Yönetmen ve akademisyen Bora Egemen ile The Bling Ring filmi hakkında sohbet ettik.
08 Ekim 2013

SİNEMATÜRK: Bling Ring'in çıkış noktası nedir?

BORA EGEMEN: Gerçekten yaşanmış bir hırsızlık olayının anlatıldığı bir makale var. Olay, aslında hiçbir maddi ihtiyacı olmayan liseli gençlerin, sosyal medyadan takip ettikleri ünlülerin evde olmadıkları zamanları öğrenip, hırsızlık yapmak üzere evlere girmeleri.

Gençler, Paris Hilton, Lindsay Lohan, Orlando Bloom gibi ünlülerin evlerine girip birtakım özel eşyalarını çalıyorlar.  Önce çok basit düzeyde başlıyor. Bir T-shirt, bir ayakkabı derken hırsızlıkların toplamı, üç milyon dolara ulaşıyor. Dolayısıyla filmin çıkış noktası, bu hikaye.

Herkesin içinde olmak istediği bir yaşam tarzı var. Ünlülerin yaşam tarzına dahil olabilmek için bu gençler, onların eşyalarını çalıyorlar, evlerine giriyorlar, evlerinde zaman geçiriyorlar. Aslında yapmak istedikleri tam bir hırsızlık değil. Hırsızlık amacıyla ya da ihtiyaçları olduğu için evlere girmiyorlar.

Ünlüler, markalar ve sosyal medya dönemi yaşıyoruz. Filmde böyle bir dönemde, gençlerin bir şekilde hayalini kurdukları yaşam tarzına dahil olma yöntemleri anlatılıyor. Aslında bu dahil olma işlemi, filmin başında çok saçma geliyor. Bir Hollywood setting'i düşünün. Bu Hollywood setting'inde insanlar ne arabasını ne evin kapısını kilitliyor. Hiçbir şey yapmıyor, kapıyı açıyor ve giriyorsunuz. Hatta filmin en enteresan tarafı -gerçek hikayede de bu böyle- Paris Hilton'un evine, paspasının altından anahtarı alıp girilebilmesi. Paris Hilton, evinden bir şey çalındığını haftalarca fark etmiyor; yaklaşık beş defa eve giriyorlar. Hatta okuldan arkadaşlarını alıp, eve götürüp tur düzenliyorlar. Tabi filmin bu yönü, çok enteresan. Filmi izlenilir yapan en önemli şeylerden biri, olayların gerçekten de yaşanmış olması.

SİNEMATÜRK: Filmin hikayesinde en olumlu noktalar nelerdir?

BORA EGEMEN: Gerçek bir hikayeyi kurmacaya aktarmak, her zaman problemli olmuştur. Dolayısıyla filmdeki problemlerden biri, filmin çok gerçekçi başlaması. Film başladığı zaman, bu hırsızlık yapacak gençler, Bling Ring Çetesi, o kadar klişe ve basmakalıplar üzerine kurulu gözüküyor ki; kötü film ve kötü oyunculuk hissi yaratıyor. Filmin ilk on dakikasında, tamamıyla basmakalıp- kokoş, küçük Paris Hilton'lar görüyoruz ve bundan da rahatsız oluyoruz. Tabi bu kadar rahatsız başlayınca, filmde ister istemez ucuz bir atmosfer kuruluyor. Kurulan bu ucuz atmosfer, sebebiyle de filmden uzaklaşıyorsunuz. Filmin anlatım süreciyle ilgili bir sıkıntı. Ama Sofia Coppola'nın bunu yaparken bir amacı var. Bu sterotype, gayet klişe öğeler, seyirciyle hikaye arasına, ister istemez bir mesafe koyuyor.

Normal bir öykü anlatım sürecinde ise, izleyici ile bir anlamda özdeşleşmemiz, onun için endişe etmemiz ve bir anlamda merak etmemiz gerekiyor. Fakat film, karakterlerini bize başlarda sevdirmiyor. Bu, gerçeklik hissini yakalayabilmek için öykünün geneli ile ilgili yapılması gereken bir şey. Ama kurmaca bir sinema filmi için, aslında epey radikal bir tercih. Gişesinden de anlaşılacağı üzere, filmin daha da geniş kitleye ulaşmasını engelleyen bir şey. Şöyle söyleyebilirm, film ikinci act itibariyle yani otuzuncu dakikadan sonra başka bir film haline geliyor. Dolayısıyla izleyiciye, sinemaya gidip sabırlı bir otuz dakika geçirdikten sonra keyif alacaklarını söyleyebilirim. Ama ilk otuz dakika gerçekten sorunlu geçiyor. Bu ilk otuz dakikada, Sofia Coppola'nın da keşke böyle yapmasaydım diyeceğinden eminim.

Filmde, şahane bir oyuncu yönetimi var. Başta çok basmakalıp dediğimiz karakterler, aslında gerçek hayatlarında da öyleler. Film, bunları bir yandan öykünün içine, o hal ve tavırlarıyla taşıyarak karikatürize ederken öte yandan komik bir hale düşmemelerini sağlıyor. Dolayısıyla oyuncu seçimi ve oyuncu yönetimi olarak yönetmen başarılı bir iş yapmış.

Filmin erkek oyuncusu, inanılmaz kıvamında, inanılmaz ekonomik oynuyor. Bir eşcinseli canlandırıyor ve benim bugüne kadar sinemada gördüğüm, özellikle ergen gay karakterler arasında, hiçbir şekilde karikatürize olmadan canlandırılmış, nadir oyunculuklardan bir tanesi. Oyunculuğuyla, Sofia Coppola'nın yakalamak istediği belgesel hissine hizmet ediyor.

Büyük bir hayranlıkla Harry Potter serisinde seyrettiğimiz Emma Watson var. Tabiki Harry Potter'dan sonra bir geçiş sürecinde.  Çok yetenekli bir oyuncu. Seneler içinde çok başarılı olacak. Bu geçişi yaparken doğru seçimler yapması lazım. Bu filmin ve canlandırdığı karakterin çok doğru bir seçim olduğu kanaatindeyim. Çünkü filmde canlandırdığı karakteri, izleyiciler merak edip filmi izledikten sonra gerçek karakteri izlerlerse -ki; internette ve çeşitli haberlerde bulmak mümkün- gerçek karakterden kendi karakterine ne kadar başarılı bir aktarım yaptığını görecekler. Yoksa filme baktığınız zaman, sadece şımarık, genç bir kız görebilirsiniz. Ama Emma Watson'un hem oyunculuğu hem karakteri oluşturmak için yaptığı seçimler, tam anlamıyla üç boyutlu bir durum oluşturuyor. Özellikle de Emma Watson seven gençler varsa, mutlaka görmek isteyeceklerdir diye düşünüyorum.

Yönetmenin sinematografi ile ilgili birtakım seçimleri var. Yönetmenin öykü anlatım sürecinde mümkün olduğunca gerçeğin aynısını kurgulamaya çalıştığı, filmin başında çok açık. Bunu yaptığı çok iyi sahneler de var. Fakat gerçeğin aynısını yapmaya çalışırken filmin ritmini istemeden düşürdüğü yerler de var. Dolayısıyla bu ritimle ilgili aksaklık, izleyicinin iletişim kurmasında probleme yaratıyor. Çok dozunda gerilim sahneleri var. Bu sahnelerde, hiçbir noktada klasik Amerikan filmlerinden alıştığımız "aman tehlikle, aman yakalanacaklar, aman öldüler" gibi şeyler yapmıyor. Kamerasının mesafesi genelde olayın içinde; ama bazı noktalar da inanılmaz pozisyonlardan olayı hiç görmediğimiz noktalardan görmemize sebep oluyor. Çok detay verip izleyecek olanların keyfini de kaçırmak istemiyorum. Ama yönetmenlik anlamında filmin bütünü ile ilgili bir şey söylemek çok zor. Filmin öğrenci filmi gibi çekilmiş yerleri var, filmin gerçekten bir üst seviye bir yönetmenin elinden çıkmış bölümleri var. Film böyle gelgitler içinde; ama genel bütüne bakıldığı zaman akıcı. Olayın gerçek olmasından kaynaklanan, bize ikide bir "hadi canım böyle de olmamıştır" dedirten bir sürü nokta var.

Çok iyi klüp sahneleri çekilmiş. Ders niteliğinde; çok ucuza, çok az figürasyonla başarılmış. Bunu okuyanlar arasında yönetmenlikle ilgilenen varsa, Bling Ring'te düşük bütçeyle büyük sahne çekme örnekleri var. Çok basit klüp sahneleri ama clubın içindeyiz. On, on beş kişiyle yapılmış sahneler bunlar büyük ihtimalle.

Sosyal medya meseleleri grafikle filmin içine aktarılmış. Bana en enteresan gelen, aslında dünya medyasına da enteresan gelen durum; bir takım ünlüler var ve bunların bir yaşam tarzları var. Bu yaşam tarzlarını tanımlayan markalar var. Bir kitle var ki; hem bu yaşam tarzının hem de bu markaların peşinde. Buraya kadar tamam, her zaman böyle ünlüler ve böyle yaşam tarzları vardı. Enteresan durum ise, bu ünlülerin bütün özel hayatları, yaşadıkları yerler sosyal medyada sergileniyor oluşu. Hırsızlık çetesi, evde otururken Lindsay Lohan'ın evi neredeymiş diye sorup sadece basit bir haritadan, google maps'te işaretlenmiş bir şekilde sokağına kadar bulabiliyor. Akşam iki bira içip evine gidiyorlar. Bu kadar sergilenmiş bir yaşam içinde yaşam gerçekliğini kaybediyor. Daha da ilginç olanı hırsızlar da Facebook ve Twitter üzerinden tamamıyla kendilerini sergiliyor. Devamlı olarak ellerinde paralar ve onlardan çaldıkları şeylerle, onlar gibi fotoğraflar çekip internete koyuyorlar. Kendi arkadaş çevresinde de "Lindsay Lohan'ın evine girdik, biliyor musun" diye dolaşıyorlar. Olay tamamıyla sürreal... Yani filme bağlayacak olursak, hadi canım diyeceğiniz birçok nokta var. Paspasın altında anahtar var, anahtarı alıp eve giriyorlar, Paris Hilton haftalarca eve hırsız girdiğini fark etmiyor. Köpek kapısından evin içine giriyorlar. On üç yaşında birini sokup kapıyı açtırıyorlar, evin içine giriyorlar bütün saatleri falan alıp çıkıyorlar.

Öyle bir dönem yaşıyoruz ki; birbirimizden saklı hiç bir şeyimiz yok. Yaptığımız şeylerin tamamını aslında, sergilemek, Facebook'a bir fotoğraf koymak için yapıyoruz. Burada bir fark var. Çok eğlenceli bir yaşam yaşamaktan hoşlanmak başka, bunu Facebook'a koymak için yaşamak başka bir şey. Burada bir sıkıntı var. Filmde bu, çok iyi anlatılıyor. Bir club sahnesinde oturuyorlar. Hepsinin ellerinde telefonları var. Bir an eğleniyoruz pozu oluyor ve o eğleniyoruz pozunda ellerinde paraları, zafer işaretleri, kızlar dillerini çıkartıyor filan... Aslında o an öyle bir an değil. Dolayısıyla bütün bir yaşam sadece ünlüler tarafından sergilenen bir yaşam tarzının aynısını yaşamak da değil, aynısını sergilemek. Film, bütün dünyada bütün gençlerin yaşadığı bu durumu, gerçek bir olay üzerinden özetliyor. Bu anlamda çok başarılı bir öykü. Ama yönetmenlik sıkıntıları var.

Gerçek öyüküyü sinema filmine dönüştürmek bir süreç; ama tabi bir sinema filmi söz konusu olduğu zaman, hikayeyi sinematografik olarak perdeye aktarmak başka bir süreç. Filmin bununla ilgili sıkıntıları var. Sıkıntıların başında, dijital kameralardan kaynaklanan çok 'flat' olma durumu geliyor. Yani  alan derinliğinin, materyalin, perdeye yansıyan görüntünün düz olması. Elbette, dijital kamerayla çekilmiş bir sürü iyi film var.  Sofia Coppolla olabildiğince gerçek hissi yaratmak için çok fazla ekstra ışık, inanılmaz bir grafik, görsel düzenleme, inanılmaz bir sanat yönetmeni gibi şeyler kullanmamış. Durumlar ve mekanlar gerçek yaşamda nasıllarsa, ışık da dahil olmak üzere filmde öyle. Fakat bu dijital kamerayla birleştiği zaman, dümdüz bir görselliğe sebep olmuş. Dolayısıyla filmin birçok sahnesinde normal sinema izleyicisini rahatsız edecek düzlükte görsellik var. Maalesef film bu görsel düzlükte başlıyor. İzleyicinin filmi beğenme kararını verdiği o ilk on dakika için düz görüntüler ve zaten sterotype gözüken oyuncular bir araya geldiği zaman, ben kötü bir film izliyorum demeye başlıyorsunuz. Ama film kötü bir film değil. İşte burada bir seçim söz konusu. Ticari olmak istediğiniz noktada bu, yanlış. Ama başka türlü anlatmak istediğiniz noktada, ticari kaygınız yoksa, doğru bir başlangıç.

Film, gişede çok başarılı gözükmüyor. Fakat Sofia Coppola, bugünün konuları üzerine doğru bir sinematografi seçerek, sinema izleyicisinin gözüne belki çok hoş gelmeyecek; ama kendi kariyerinde bir yere oturtabileceği bir film yapmış. Sinematografi üzerine söylenebilecek eksikliklerden bir tanesi, gerçek yaşam meselesini birebir aktarırken de bir estetik yakalamak mümkün olduğu. Filmin sinematografisinde böyle bir estetik yok. Normal belgesel filmde bile estetik yakalamak mümkün. Bu estetik, filmde yok. Bu bir seçim mi, değil mi ben bilemem.

SİNEMATÜRK: Teşekkür ederiz...

 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)