Sinemanın doğuşunda ışığa duyarlı kullanılabilecek ilk yöntem ışığın etkisiyle gümüş tuzlarının opak gümüşe dönüşmesidir. Böylelikle siyah-beyaz görüntüler elde edilir.
31 Temmuz 2012

Renkli Sinema
Sinemanın doğuşunda ışığa duyarlı kullanılabilecek ilk yöntem ışığın etkisiyle gümüş tuzlarının opak gümüşe dönüşmesidir. Böylelikle siyah-beyaz görüntüler elde edilir.

Kısa bir zaman içinde filmleri renklendirme düşüncesi doğdu. Bu iş için önce, elde, görüntü boyama, sonra renklendirilecek kopyayla temas halindeki görüntüsüz boş filmde makineyle "renk alanları" oluşturma yöntemleri uygulandı.

Birinci Dünya savaşı'na, hatta sonrasına dek oldukça geniş ölçüde uygulanan bu son yöntem, işin can alıcı noktasına yönelmekten uzak kaldı. Temel sorun, o dönemdeki deyimiyle filme alınmış nesnelerin "doğal renkleri"ni kaydetmek ve yeniden üretmekti. ("Doğal renklerde" ifadesi, İkinci Dünya savaşı'ndan sonra, renkli filmlere ait reklamlarda iri harflerle görünmeye başlayacaktı.)

- Katmalı yöntemler: Bu yöntemlerin üstünlüğü daha yukarıda anlatılan siyah-beyaz yönteminden renk elde edilmesini sağlamasındadır.

İngiliz Kinemacolor tekniği, özellikle 1911'de, kral George V'in, Hindistan imparatoru olarak taç giymesini konu edinen haber filmiyle büyük başarı sağladı. Kamera, art arda bir yeşil ve bir kırmızı renk filtresi arkasından olmak üzere, saniyede 32 görüntü kaydetti. Gösterim, aynı koşullarla yapıldı ve renklerin karışımı, ağtabakanın görüntüyü bir süre koruma özelliği sayesinde gözde gerçekleşti. Yöntemin en büyük yetersizliği kuşkusuz iki renge dayalı oluşuydu. Oysa olası tüm renklerin izlenimleri elde edilmek isteniyorsa, en azından üç renk kullanmak gerekliydi. Yeşil ve kırmızı, aşağı yukarı doyurucu bir "pembemsi beyaz" izlenimi veriyordu, ama mavi tonlar saf dışı kalıyordu.

1912'de Léon Gaumont "Kronokrom" ya da Gaumontcolor denilen tekniği ortaya attı. Bu teknik de 1920'lere doğru büyük başarı kazandı. Burada her görüntü birbiriyle bağlantısız üç görüntüden oluşuyor, bunlar da yeşil, kırmızı ve mavi filtrelerle donanmış üç ayrı merceğin arkasından saptanıyorlardı. Gösterim benzer biçimde ve görüntülerin perdede çakışmalarını sağlayacak üç merceğin arkasından gerçekleşiyordu. Bu kez de üç renklilik söz konusuydu; ama görüntülerin perdede tam olarak üst üste geçmeleri çok hoş bir sonuç veriyordu. Ayrıca değişik merceklerin verdikleri görüntüler, perdede kolayca renk taşmalarına yol açıyordu. Öbür katmalı renklendirme yöntemleri daha sonraları ortaya çıktı, iki dünya savaşı arasında özellikle Keller-Dorian ve Dufaycolor teknikleri dikkati çekti. Bunlardan ilkinde görüntü resimli bir tabanın arkasından, ikincisinde ise tabana basılmış üç renkli bir mozaiğin arkasından kaydediliyordu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Rouxcolor tekniği ( Pagnol'ün la Belle Meuniére filminde kullanıldı) normal bir siyah-beyaz filmden yararlandı. Burada kamera merceğiyle elde edilen görüntü, objektifle film arasına yerleştirilmiş ve üzerlerinde renkli filtreler bulunan ara merceklerle yan yana küçük görüntülere bölündü. İlk iki yöntem, film kopyalarının basımında, üçüncü yöntemse salon gösteriminde sorunlar çıkardı (perdede görüntülerin üst üste binmelerindeki güçlük). Technicolor yarışımı karşısında, bu sorunlar birer engel oluşturdu.

- Çıkarmalı yöntemler (Technicolor): Tarih bakımından ilk çıkarmalı yöntem olan Technicolor (1928'de ikirenkli olarak doğdu; 1934-35'te üçrenkli biçimini aldı) sonunda renk öğesini sinemaya gerçekten soktu. Çünkü gösterimde hiçbir sorun çıkarmıyordu. Artık film, siyah-beyaz olmak yerine çok basit biçimde renkliydi.

Bu yöntemde özel bir kamera merceğinin arkasına yerleştirilen bir optik bölücü, doğrudan kırmızı, yeşil ve mavi renklere karşı düşen üç ayrı siyah-beyaz negatif elde etmeyi sağlar. Bunlardan üç pozitif çıkarılır. Bu pozitifler özel bir işlemle ve görüntü yoğunluğuyla orantılı biçimde renklendirilir. Tek renkli bu ara pozitiflerin içerdiği renklendirilmiş görüntüler sonunda basım yoluyla boş bir filme aktarılır.

Kameranın karmaşıklığı ve büyük yer tutması yöntemin duyarlığının çok zayıf oluşu (çekimde görünür duyarlık yalnızca 8 ASA'dır.), kopya basım işlemlerinin karmaşıklığı (ve özellikle değişik görüntüleri yetkin biçimde basmanın güçlüğü) Technicolor'ı ancak çok sayıda kopya çıkarılması gereken, büyük bütçeli filmlere uygun bir teknik durumuna soktu.

Bunun tersine Technicolor renklendirme tekniğinin, kopya basım tekniklerine benzemesinden doğan büyük esnekliği, rengi kolayca işlemesini sağladı. Çok kısa sürede yüksek nitelikli görüntüler elde edildi. Bu nedenle Technicolor, ekonomik yarışıma daha uygun negatif-pozitif yönteminin ortaya çıkışıyla bir yana bırakıldıysa da, uzun süre kopya basımlarında, laboratuarda özgün negatiften ' 'seçmeler' elde etmede sık sık kullanıldı.

- Monopak yöntemleri: 1935'te Kodachrome bugün de (pek çok değişim geçirmiş biçimiyle) yaygın kullanımı olan, evirtilir Kodakrom filmi piyasaya çıkardı. Bu, aynı zamanda Technicolor ve onun üç ayrı negatifi karşısında, monopak yöntemlerinin sahneye çıkışıydı. Tek kuşaktan amaç, üç duyarkatın bir tek boş filmde üst üste geçirilerek birleştirilmesiydi.

Kodachrome, gelişimi boyunca büyük bir yenilik olarak üst üste binmiş üç ayrı renkli görüntü olanağını sağladı. 1936'da alman Agfa firması tarafından çıkarılan evirtilir Agfacolor da büyük bir ayrım dışında aynı özelliği taşıyordu. Kodachrome'da üç görüntünün renkleri banyo işlemleriyle elde edilmişti. Agfacolor'da ise bu renkler, tersine banyo boyunca, duyarkatları içinde başlangıçtan beri var olan maddeler "çiftleyiciler" aracılığıyla üretiliyordu. Bu noktada da büyük yenilik söz konusuydu; daha sonraki yıllarda evirtilir ya da negatif-pozitif tüm monopak yöntemlerinde, Kodachrome dışında kalan markalar çiftleyicilerden yararlanacaklardı.

Renkli film çekimi için artık özel kameraya gerek yoktu. Örneğin filmler önce Kodachrome ile çekiliyor, yıkama işleminden sonra laboratuarda Technicolor kopya basımı için gerekli üç "seçme" ortaya konuyordu. Özellikle Walt Disney'in hayvanları konu edinen çizgi filmleri bu yöntemle gerçekleştirilecekti (Yaşayan Çöl [The Living Desert; 1954], vb.)

Yine de evirtilir bir özgün kopyadan yola çıkma, güç bir işlem olarak kaldı. Bu konuda son adım, renkli filmi geleneksel siyah-beyaz film sürecine benzer bir süreç içinde gerçekleştirmeyi sağlayan ilk monopak yöntemi olan, negatif-pozitif Agfacolor ile atıldı. (Bu yöntemin doğuşu, genellikle 1942'de La Ville Dorée adlı filmin piyasaya çıkarılışına bağlanır. Gerçekte negatif-pozitif Agfacolor 1939'da satışa çıkarılmıştır.)

Savaştan sonra Gevacolor (1948), Anscocolor, Ferraniacolor ve Kodak'ın Eastmancolor (1951) teknikleri doğdu. Bunlardan sonuncusu monopak yöntemini kesin biçimde kabul ettirdi. Uzun süre, bu biçimde elde edilen negatifler, duruma göre, ya pozitif monopak ya da Technicolor yöntemiyle görüntüleneceklerdi. İkinci yöntem bugün kullanım dışı kaldı.

Bugün, tüm dünyada, üç çeşit 35 ve 16 mm renkli negatif kullanılmaktadır. Eastmancolor, Fujicolor, Gevacolor. Duyarlıklarıyla (yapay ışıkta 100 ASA, gün ışığında dönüştürme filtresiyle 64 ASA) ve genel olarak verdikleri sonuçlarla benzer nitelikler taşıyan bu filmler, monopak yönteminin ilk yıllarından beri ortaya çıkan tüm gelişmelerden yararlandılar. Bunların başında da renklerin aslına uygunluğu ve görüntünün bütün ayrıntıları vermesi geldi. 1980'de Eastmancolor ve Gevacolor altıncı kuşaklarına ulaştılar. Kopya basım filmlerinde bu üç markaya 3M eklendi. Tüm bu teknikler, Kodak'ın kendi ürünleri için öngördüğü laboratuar işlemlerine bağlı kaldı. "Batı" filmi satın alan eski doğu ülkeleri, ayrıca doğu alman kökenli Orwocolor tekniğini kullandı. Bu teknik Rusya'da Sovcolor adıyla tanındı ve Agfacolor'ın ilk biçimine yakınlığıyla dikkati çekti. Batı'da "De Luxe renkli", "Metrocolor renkli", eski yıllarda "Warnercolor renkli" ya da günümüzde "Technicolor renkli" gibi nitelemeler, en azından ara negatifin elde edilmesine dek geçen sürede, yukarda adı geçen markalardan birinin monoplak filmi üzerinde, "De Luxe", "Technicolor" vb. gibi bir laboratuarda gerçekleştirilen çalışmaları belirledi.

Sesli Sinema
İlk yıllarında sinemada, kuşkusuz ses öğesi eksikti. Pek çok araştırmacı bu eksikliği gidermek için hemen çalışmalara başladı. Halka açık gösterilerde, filmlerin bir pikap yardımıyla müzik eşliğine kavuşması, 1912'den başlayarak Gaumont-Palace'ta gerçekleşti. Bu uygulamada, pnömatik amplifikatörler kullanıldı.

Bu gösteriler yine de başlangıçta sınırlı kaldı. Ama 1920'lerde ise lambalı amplifikatörlerin bulunmasıyla yaygınlaşmaya başladı. Sessiz film özellikle büyük bir evrensel üstünlüğe sahipti. Önemsiz bir kusuru sadece ara yazılarının anadile çevrilme zorunluluğuydu. Bunun çözülmesiyle bir film tüm dünyaya satılabiliyordu. İşte bu üstünlük nedeniyle film yapımcıları sesli filme geçilmesine istekli değillerdi.

1926'da küçük amerikan yapımevi Warner kardeşlerin kısa sesli filmlerden oluşan programı, yapımcıların tersine seyircinin sesli filme ilgi gösterdiğini ortaya koydu. Böylece 1927'de ilk "konuşmalı" uzun filmler piyasaya çıktı. Ocak ayında Warner'ların The Jazz Singer (göstericiyle eşlemeli plaklarla) ile Mayıs’ta Fox'un Seventh Heaven'ı (optik kuşak üzerindeki seslerle). Elde edilen başarı sesli sinemaya geçişi zorunlu bir duruma getirdi. The Jazz Singer 1929'da Paris'te gösterime çıktı. 1930'dan başlayarak bir sinema salonu için konuşmalı filmler göstermemek kabul edilemez oldu.

Bu gelişme sinema sanayisini altüst etti. Ses öğesi, filmlerin üretim bedelini önemli ölçüde artırıyor, üstelik filmlerin dağıtımını kullanılan dilin yaygınlık alanıyla sınırlıyordu. İlk yıllarda bu sorun, bir filmden birçok dilde kopya çıkarılarak çözülmeye çalışıldı. Çok pahalı olan bu uygulama, anadilde dublaj ve altyazı yöntemleriyle ortadan kalktı.

- Optik Ses: Çok daha akılcı olan bu uygulama, kısa sürede, göstericiyle eşlenmiş plaklar yöntemi karşısında ağır bastı. Söz konusu ses titreşimleri, genişliği 2,5 mm olan ve görüntüyle film delikleri arasına yerleştirilen değişik ölçülerde ışık geçirmez bir ses yoluna kaydedilir. Gösterimde ses yolu, son derece ince bir yarıktan ışıklandırılır. Filmin öbür yanında, bir ışıl elektrik fotosel ses yoluna düşen ışık değişimlerini elektrik akımı değişimleri haline çevirir; daha sonra ise amplifikatör ve hoparlör yer alır.

Optik ses, başlangıcından beri sürekli yenilenmeler geçirdi. Özellikle elektronik okuma hücrelerinde önemli değişimler oldu. Ama temel yapısı değişmedi. Bu durum yakın geçmişte Dolby'nin ortaya çıkışına dek sürdü. Bu süreç içindeki başlıca değişiklik, renkli film yaygınlaşırken değişken yoğunluğun yerini değişken uzanımın almasıydı. (Technicolor tekniği dışında, değişken yoğunluklu ses yolu taşıyan renkli kopyaların basımı, gerçekten de büyük sorunlar doğuruyordu.) Başlangıçta basit uzanım biçiminde denenen değişken uzanım, giderek ikili uzanım biçiminde uygulandı. Burada siyah fon üzerinde beyaz simetrik bir ses izi elde edildi; bu izin genişliği, kaydedilecek ses titreşimlerinin göstergesi oldu. Bu iz daha sonra aşağı yukarı düzenli bir biçimde iki koşut ve simetrik ize bölündü; böylece elektronik okumada ışın sapması tehlikesi azaltıldı.

Optik sesin bütün bu evrimi boyunca, dönüştürülebilirliğini koruması dikkati çekti. Çağdaş bir gösterici, 1930 yıllarından bir kopyanın sesini kolayca okuyabildiği gibi 1930'ların hâlâ çalışır bir göstericisi de çağdaş bir kopyayı güçlük çekmeden sesli olarak yansıtabilir.

Geleneksel nitelikli iyi bir optik ses, dip işaret/gürültü oranı yönünden mikroiz plakla karşılaştırabilir düzeydedir; buna karşılık ses bozulmaları ve geçirme bandı (8 000 hertz'le sınırlıdır) yönünden daha zayıftır. Bu durum, öte yandan optik sesin özellikle geçirme bandında elde ettiği başarıyı ortaya koyar. Sessiz filmlerin saniyede 16 görüntü geçme özelliğine karşılık, sesli filmler bu geçirme bandı sayesinde saniyede 24 görüntü geçebilirler. Bundan dolayıdır ki, sesli bir göstericide oynatılan bir sessiz film "hızlı" oynuyor görünür. Eğer bu kopyadan görüntüleri yarım kat artırılmış özel bir kopya çıkarılırsa, bu hızlılık izlenimi ortadan kaybolur. Böylece 16 özgün görüntü, 24 görüntü vermiş olur. Eğer bu kopya saniyede 24 görüntü olarak oynatılırsa, göz söz konusu aldatmacayı ayırt edemez ve saniyede 16 görüntü sunulan özgün kopyayı izlediğini sanır.

- Manyetik Ses: Sesin, manyetik okuma kafaları önünden geçen manyetik ses yolları üzerine kaydı (çalışma ilkesi teyplerdekinin aynısıdır) 1953'te Sinemaskop ile doğdu. Optik sesten çok daha nitelikli olan manyetik ses, üstelik daha dar bir ses yoluna kaydedilir. Bu durum kopya üzerine birçok ses yolunun yerleştirilmesini sağlar. Bundan da stereofonik sesler elde edilir. Sinemaskop tekniği de dört ses yolu içermektedir. Üçü ekran "yolları" (sol, orta, sağ), biri salona verilecek "fon sesi" içindir.

Manyetik ses, göstericilerde değişiklik ve sürekli bakım gerektirmesi dışında (ayrıca üç ek müzik setinin [amplifikatör + hoparlör] satın alınması ve yerleştirilmesi gerekir) pahalı bir uygulamadır. Kopyayı yıkadıktan sonra üzerinde manyetik ses yolları oluşturmak, daha sonra da bunlara ses kaydı yapmak gerekir. Öte yandan ses yolları, kaza sonucu silinebilir duyarlıktadır.

Bütün bu nedenlerle manyetik ses, optik sesin yerini almayı başaramamıştır. Bugün ancak bazı durumlarda kullanılmaktadır. Yine de 70 mm'lik filmler, yalnızca manyetik sesten ve altı ses yolundan yararlandılar. Bunların beşi ekran yolları, biri de salon fon sesi içindir.

- Dolby ve Stereo Dolby: Dip gürültüsünü azaltma yöntemlerinin en tanınmışlarından biri, hatta en tanınmışı olan ve son zamanlarda geliştirilen Dolby, optik sinema sesine 1975'ten önce uyarlandı. Ayrıca dip gürültüsünün azaltılması, kuşkusuz, geçirme bandının aşağı yukarı 12 000 hertz düzeyine yükselmesini sağladı. Daha önce 8 000-12 000 hertz dilimi kullanılmıyordu. Bunun nedeni ise çok kolay bir biçimde dip gürültüsüne düşülebilmesiydi.

İkinci evrede, Dolby laboratuarları, amerikan RCA firmasıyla işbirliği içinde Stereo Dolby'yi geliştirdiler. Bu kez optik ses yolu üzerine özdeş olmayan, değişik iki iz kaydediliyor, ayrıca bir kodlama sistemi oluşturuluyor, böylece üçü ekran yollarına, biri salon fon sesine yönelik dört sesin kaydına ulaşılıyordu. Sonuç olarak manyetik sesin sakıncalarıyla karşılaşmadan Sinemaskop'un olanakları yeniden elde edildi. Stereo Dolby'nin ek üstünlükleri de şunlardı: Dolby'nin tek boyutlu ya da üçboyutlu optik ses yolları, kopya basımında, alışılagelmiş bir optik ses yolundan daha pahalıya çıkmıyordu. Ayrıca gerçekten önemli bir biçim bozulması olmadan, donanımı Dolby yöntemi için yapılmamış bir gösterici aracılığıyla okunabiliyorlardı.

1980'de on binlerce salon (esas olarak ABD'de) Stereo Dolby'ye uygun biçimde donatıldı. Yüz kadar film de bu yönteme göre çekildi.

70 mm'lik Dolby kopyalarında, kuşkusuz, yalnızca dip gürültüsü azaltma yöntemi kullanıldı. Çünkü bu kopyalar zaten 6 Stereofonik manyetik ses yolu içeriyorlardı.

Üçboyutlu Sinema

Sinema sessiz ve siyah-beyaz olarak doğdu. Sesin, sonra da rengin işe karışması görüntüleri gerçeğe en yakın biçimde yansıtma olanağını artırdı. Bu olanağı daha da artırmak için üçboyutlu filmin oluşturulmasına çalışıldı.

Fotoğrafta kullanılan iki göze yönelik üçboyut yöntemleri sinemada tümüyle uygulanamadı. Sinemanın topluca izlenen bir gösteri oluşu, tekil kullanıma yönelik aygıtta sağ ve sol görüntülerin ayrılması yöntemini geçersiz kıldı. Uygulamada rastlanan üçboyutlu film yöntemleri şunlar oldu:

- İkiz görüntüler: Bunlar kırmızı-beyaz (siyah-beyaz benzeri) ve yeşil-beyaz iki görüntüdür. Ayrışmaları, bir camı kırmızı, bir camı yeşil olan gözlüklerle gerçekleşir ve bu ayrışma, iki göz için siyah-beyaz bir görüntü izlenimi doğurur. Üstünlükleri: Kopyalar, perdeye olağan bir kopyaymış gibi yansıtılabilir. Sakıncaları: Görsel izlenim siyah-beyaz bir filmin izlenimi olarak kalır; göz yorgunluğu önemli bir kusur oluşturur.

- Polarıcı filtreler: Siyah-beyaz ya da renkli iki görüntü perdeye dik konumlu iki polarıcı filtreden geçerek yansıtılır. Ayrışma, eş filtrelerle donanmış gözlükler aracılığıyla gerçekleşir. Bu iki görüntü ya aynı kopya üzerine yan yana (ve özel bir ikili mercek sayesinde perdede üst üste gelecek biçimde) kaydedilir; ya da eşlemeli biçimde gösterilen iki ayrı kopyayla yansıtılır. İkiz görüntülerin sakıncaları ortadan kalkar, ama bunun için ışığın polarmasına uygun metal kaplı özel bir perde gerekir.

- Izgaralı sistemler: Perdenin çok özel biçimde bölümlenmesiyle her göz, özel gözlükler gerekmeden, kendine ayrılan görüntüyü görür. Bu sistem ne yazık ki çok karmaşıktır ve izleyicinin başı salonun belirli noktalarında tümüyle kıpırtısız kalmak zorundadır. Yoksa görüntülerin ayrışması gerçekleşmez.

Çok zorlayıcı ve sıkıcı olan üçüncü yöntem, neredeyse tümüyle deney aşamasında kalmıştır. Buna karşılık ikiz görüntüler ya da kutuplama yöntemleriyle (örneğin Hitchcock'un Dial M for Murder filmi) üçboyutlu yapılan belli sayıda film, sinema girişlerinde seyircilere dağıtılan özel gözlükleri kazanç aracı haline getirdi.

Gerçekte, başlangıçta merak dürtüsüyle gelişen bir akından sonra, seyirci iki göze yönelik üçboyutlu filme büyük ilgi göstermedi. Filmin gösterildiği salonda uygun yer ayırtma ve özel gözlüklerin üstte taşınması gibi güçlüklerin ötesinde, iki gözle sağlanan üçboyut duyumu, bir sahneyi filme alındığı açıdan izletebildiği ölçüde inandırıcı olabildi. Oysa ancak sinema salonlarının ortasındaki birkaç ideal yer bu ölçüte uygun düştü. Öbür koltuklarda üçboyut izlenimi doyurucu olamadı. Üçboyut çoğu zaman abartılı göründü.

Her durumda, iki gözle görme, beynin görme düzeneğini sağlayan bölümüne, uzaklıkları değerlendirme olanağı veren öğelerden yalnızca biri oldu. Nesnelerin göreceli hareketleri, boyları ve birçok başka özellik hesaba katıldı. Sonuç olarak, daha yüksek yapılmış ideal koltuklarda oturarak olağan bir filmi izleyen seyirci, kamera hareketleri ya da filme alınan nesnelerin hareketi yüzünden belli bir üçboyut duygusuna kapıldı. Tersine, perdeye çok yakın ya da çok uzakta oturan ya da perdeye göre çok yanda kalmış bir seyirci için üçboyutlu bir filmin iki görüntüsünün karşılaştırılması, gözlenen sahnenin üçboyutluluğunun zihinde canlandırılan biçimiyle az çok çelişkili olma tehlikesi taşır. Bu durumda iki gözle görme de rahatsızlıktan başka bir şey yaratmıyordu.
Bugünkü teknik aşamada, holografinin yaratabileceği sürprizler saklı tutulursa, üçboyutlu film büyük bir ilgi görmekten uzaktadır. Bu tür filmden esas olarak bilimsel çalışmalar gibi kimi özel alanlarda yararlanılmaktadır.

Amatör Sinema
Amatör sinemanın doğuş tarihi Pathé`nin 9,5 mm'lik filmi piyasaya çıkardığı 1922-23 yılları öncesine getirebilir. Bu genişlikteki film üç temel yenilikten yararlandı: Güvenlik kayıt ortamı, evirtilir duyarkat (doğrudan gösterime hazır görüntü verir) ve dar film (alışılmış 35 mm'lik filmlerden çok daha ekonomikti). Çok kısa süre sonra, Kodak aynı anlayışla 16 mm'lik filmi piyasaya sürdü. Daha sonra 1932'de, 9,5 mm'lik filmden daha da ekonomik olan 8 mm'lik film yapıldı. Giderek amatör sinemanın simgesi haline gelen 8 mm'lik film, otuz yılı aşkın süre 9,5 mm filmin yavaş yavaş ortadan kalkmasına neden oldu. Buna karşılık 16 mm'lik film, televizyon sayesinde çok hızlı bir gelişme gösterdi. TV, röportaj filmleri kadar konulu film ya da eğlence programı yapımlarında da 16 mm'lik boş filmin dev bir tüketicisi oldu.

Bununla birlikte 8 mm'lik film, kullanıcılarına kimi el işlemlerini zorunlu kıldı. Üreticinin piyasaya çıkardığı bobinin kameraya takılması, filmin tersine sarılması gibi.

8 mm'lik film, gerçekte 16 mm genişliğinde üretilen filmin kimyasal işlemler sırasında boylamasına ikiye kesilmesiyle elde edildi. Kameraya ilk takılışı sırasında 16 mm'lik filmin bir yarısı kullanıldı; tersine sarmadan sonra öbür yarısına görüntü alındı. 1964`te Kodak tarafından piyasaya sürüten Süper 8 film, bu sakıncaları ortadan kaldırdı. Kameranın çalışmaya hazır duruma gelmesi için, içine küçük bir kartuş sürmek yeterliydi. Buna koşut olarak elektrik motoru (genellikle 8 mm'lik kameralarda görülen zemberekli mekanik motor değil) ve otomatik diyafram ayarı kullanımının başlaması, düğmesine basılarak çalışan kameraların geliştirilmesini sağladı.

Fuji tarafından piyasaya sürülen Single 8, Super 8'den yalnızca kartuşunun kurulmasıyla ayrıydı. Gösterim yönünden ikisi de eşdeğerdi.

Kullanımındaki bu aşın basitlik, başlangıçta Süper 8 kameraları büyük ölçüde yaygınlaştırdı, ama giderek şaşırtıcı bir gerileme içine girdiler. Sinema amatörleri gitgide daha yetkinleşen modelleri yeğlediler. Görülen resmin aynısını saptayan refleks vizörler, büyük alanlı, çok büyük açılımlı v.b. zoom'lar (değişik odaklı mercek) ve özellikle manyetik ses kaydı yapan modeller. Fazlalığı daha çok, daha pahalı ve el işlemleri kimi zaman eski 8 mm'liklerden daha karmaşık kameraları ortaya çıkaran bu gelişim, kuşkusuz bu aygıtlardan evlerde yararlanma oranında görülen durgunluğun nedeni oldu. Anında banyo edilen filmlerin piyasada önemli ölçüde etkili olduğu fotoğraf alanının tersine, yakın geçmişte ortaya çıkan anında yıkanır filmler pek ilgi görmedi.

Günümüzde 16 mm, profesyonel bir film boyutu haline geldi. 8 ya da 9,5 mm'lik kameralar için sürekli film üretiliyorsa da, amatör sinema alanında artık yalnızca Süper 8 (ya da Single 8) kameralar ve Süper 8 ya da ikili 8/Süper 8 göstericiler yapılmakta, 16 mm dışındaki aygıtlar için artık yalnızca renkli film bulunabilmektedir.

KAYNAK: BÜYÜK LAROUSSE (1993)

 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)