Bu hafta tiyatromuzun duayen ismi, efsanevi Ankara Sanat Tiyatrosu'nun da kurucuları arasında olan değerli Rana Cabbar'ı konuk ediyoruz. Arkadaşımız Yakup Sancı, sayın Rana Cabbar'la tiyatrodan, sinemaya, dizilere ve aydın sorumluluğuna uzanan ilgi çekici bir söyleşi gerçekleştirdi...
31 Temmuz 2012

Yakup Sancı: Rana Cabbar 1945 yılı’nda İstanbul da doğar. Işık Lisesinde okur. Bir dönem Fenerbahçe kulübünde yıldızlar ve gençler takımında basketbol oynar. Sonraki yıllarda Ankara'ya yerleşir ve Ankara Sanat Tiyatrosu'nun kuruluş çalışmalarında bulunur. Uzun zaman AST bünyesinde oyunculuk yaptıktan sonra, farklı tiyatrolarda da çalışmalar yapar. Rana Cabbar, Uğur Mumcu'nun yazdığı "Sakıncalı Piyade" oyunundaki, "sakıncalı" rolünü ilk oynayan aktördür. Ömer Polat’ın yazdığı "İşçi" Hedda Zinner’in yazdığı "Dimitrof" tiyatro oyunların yönetir. 1982 yılına kadar Ankara da kalan Rana Cabbar sonra tekrar İstanbul’a döner. Tiyatronun yanı sıra, Hakkari’de bir mevsim, Adem İle Havva, Yer Demir Gök Bakır, 72. Koğuş, Akrebin Yolculuğu gibi önemli filmlerde roller üstlenerek sinema çalışmalarında bulunur. Sinema'da çalıştığı yönetmenlerden bazıları; Erden Kıral, Ömer Kavur, Şerif Gören ve Yavuz Turgul.

Kendinizi nasıl yetiştirdiniz?

Rana Cabbar: Bütün bu süreç içerisinde kitaplarla, uygulamalarla yoğun olarak sanatla uğraştım. Sanatın sadece bir alanıyla değil, sadece bir tiyatro ile değil sinemayı da okumaya çalıştım, resim, heykel gibi sanatın her dalı ile uğraşıp kendimi geliştirmeye çalıştım. Ola ki tüm bunlar dünyaya bakışımı etkiler diye, halen de öyle yapıyorum.

Yakup Sancı: Sanat hayatınıza nasıl başladınız?

Rana Cabbar: 1964 yılı’nda Güner Sümer "Ayak Bacak Fabrikası"yla başladım. Daha sonra bu oyunu yaklaşık 70-80 oyun takip etti. İstanbul da Cüneyt Türel’in Gençlik tiyatrolarında sahneye koymuş olduğu "Ayak Bacak Fabrikası” oyunu Almanya'ya götürüldü, orada belli dereceler aldı. O yıllarda İstanbul da talebe festivalleri yapılıyordu. Her yıl yaklaşık 40-50 ülkeden gelen çeşitli sanat guruplarını bu festival ağırlıyordu 15 gün boyunca. Bunun içinde pantomim, tiyatro, sinema vardı. Bu festival içerisinde bizde kendi oyunumuzu oynuyorduk. Ankara sanat tiyatrosu yöneticisi Asaf Çiyiltepe bu oyunda beni görerek Ankara’ya davet etti. Ankara’ya gittim. 1969 yılıydı. Ankara sanat tiyatrosu 1969-70 yılında kaza geçirdi, üst düzey yöneticiler öldü. Tiyatro greve gitti. Bu grev 8 ay sürdü. Yönetim değişti yeni bir teşkilatlanmaya girildi, oyuncular ortak oldu, firma kurdular. O arada Rutkay Aziz çıkageldi. Rutkay Aziz arkadaşlarla bir araya gelerek başarılı çalışmalar yaptı.

Ankara sanat tiyatrosunda çalışan insanlar genel olarak hepsi mutfakta çalışan insanlardı. Yani sanatın mutfağında çalışan insanlardı. Hiç kimsede yöneticilik isteği yoktu. Rutkay Aziz’i de uygun gördüler ve yöneticiliğe seçtiler. Onun yönetici olmasından itibaren değişik şeyler yapılmaya başlandı. Tabi Rutkay Aziz’inde kendine göre bir repertuarı vardı, o repertuarı uyguladı. Tabi Rutkay öncesi vardi, Asaf Çiyiltepe, Güner Sümer ikilisiyle yapılmış işler vardı. O yıllarda Ankara da devlet tiyatrosuna ragmen, Ankara sanat tiyatrosu çöldeki bir vaha gibiydi. Bütün dünyadan örnekler getiriyordu. Oyunculuklar ise sokakta yürürken konuşurmuş gibi bir oyunculuk tarzı vardı. Zaten yorum da öyleydi. Son derece doğaldı. Seyirci ile sahne yakınlaşması diz dizeydi neredeyse. Onun için nefes bile çıkarsan seyirci duyardı. Ankara sanat tiyatrosunun salonunu görmek lazım tabi...1969-1970 e kadar son derece önemli bir başari oluştu ve Ankara sanat damgasını vurdu.

Her siyasi görüş insanları gelebiliyordu. Bazı görüşlere katılmasalar bile istemeye istemeye alkışlıyorlardı, ama mutlaka geliyorlardı. Çünkü her şeyden önce Türkiye için bir ilkti. Burada 1.000 oyun oynadım. Senelerdir bütün Anadolu’yu dolaşarak sürdü bu iş. İstanbul’a turneye geldiğimizde  eski Dormen tiyatrosuna geliyorduk oyun oynamaya. Tiyatronun önünde çok uzun kuyruklar oluşurdu, insanlar bilet almak için akın ederdi tiyatroya. İlk olduğu için çok önemliydi. Bir de 1960’lar itibariyle Türkiye’yi düşünürsek önemini kat ve kat vurgulamış oluruz.

Yakup Sancı: Sinema salonları bir kaç film dışında boş… Tiyatro oyunlarımıza da yeteri kadar izleyici gelmiyor. Bunu neye bağlıyordunuz? Eskiden bizim tiyatro kültürümüz var mıydı?

Rana Cabbar: Tiyatro değişik bir döneme girdi. Depolizasyon var. İnsanlar depolitize oldu. Tiyatroya pek fazla gidilmiyor. Halk kendini geri çekti. Zaten çok uzun boylu bir tiyatro kültürümüz yok. Sinemadan daha eski Osmanlıdan başlayıp gelen bir tiyatro kültürümüz var. Özellikle İstanbul da biriken bir topluluk vardı. Bale açılışına da bunlar gider, kitap fuarına da bunlar gider, festivallere bunlar katılır, oyun premierlerine bunlar katılır. Genel olarak yabancı okul mezunları, belirli dönemlerde iş adamlığı yapmış olanlar. Bunların sayısı 500-700 bin civarındadır. Geri kalan halk bunlara öykünmek suretiyle tiyatroya bağlanır. Medya da öyle tabi... Bunların dışındaki büyük ve engin bir kalabalıktır. Aslında durum bugün de bir miktar öyledir. Yine burada düşünce önderleri var. Bunlar Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde yığılmış durumdalar. Tiyatro bahsinde işi götüren bu insanlar. Bu insanlar kanaat önderleriydi. Sinemada biraz farklı olabilir.

Yakup Sancı: Sinema ve tiyatrodan daha çok televizyon dizileri izleniyor. Dizi filmleri daha eğitici yapımlar haline getirerek okuma alışkanlığı olmayan izleyiciye izlerken bir şeyler öğretilebilir mi? Dizi filmleri bir eğitim aracı olarak kullanmak mümkün mü?

Rana Cabbar: Oyuncular, yönetmenler, metin yazarlar ile birlikte halkta önemli bir unsur, halk tamamlıyor çünkü. Bir de bunun ötesinde ekonomi de dahil olmak üzere ülkedeki bütün göstergeler belirli bir düzeyin üstünde olmalı ki belli bir verim oluşsun. Tabi yaptığın şeyin evrensel olması da çok önemli... Yaptığın Edirne sınırı ile Ardahan sınırı arasında kalmamalı. Bunu başarmadığımız sürece burada bir tiyatrocu bir sinemacı esnafı olmaktan öteye gidemeyiz. Bu çok mühim…

İnsanların özellikle sanat konusunda bilinçli olması gerekli… İnsanlar televizyon dizilerini geçici bir değerlendirme olarak seyrediyorlar. Herkesin kendine göre izlediği bir dizi var, bunları günlere bölerek takip ediyor. Bu da çok önemli bir hadise… Burada yetmiş iki milyon insandan söz ediyoruz. Bu insanlara iş yapıyoruz. Biraz zeka yaşı düşük bir iş dizi işi.

Faydalı tarafı en azından insanlar oturup seyrediyor. Bu konu ile ilgili bir alışkanlığı oluşmuş durumda. Diğer yandan seyirciye bakarsak bugünkü oyunculardan, ya da çekilen dizilerden daha profesyonel, daha nitelikli seyirci… Ama ayrıntısı yok, kaba kesim bir profesyonellik. Masal gibi seyrediyor, zaten yapılan işlerde bir masal. Önemli olan masalı nasıl anlatacaksın? Kimlerle anlatacaksın? Hangi metinleri sunacaksın? Seyirciye kendini izlettirme, heyecanlandırma bakımından bir takım işler yapılıyor ama önemli olan seyircinin derinliği ne? Trene bakar gibi bakıyor, arada heyecanlandığı oluyor, karakterleri kendine göre seçip seviyor ya da sevmiyor. Oyuncuyla özdeşleşiyor ve kendini onların yerine koyuyor.

Bazı zengin şehir dizilerinde güzel kadınlar görüp öykünülüyor. Ama hiçbir zaman konuyu uzağına almıyor, uzaktan bakamıyor, oradan bir şey çıkaramıyor. Sadece seyrediyor. İçinde olmuş olduğu düzey bakımından ancak bunu yapıyor. Diğer göstergelerin tamamlanmış olması, yükselmiş olması gerekir ki seyirci ve uygulayıcı arasında diyalog doğsun. Karşılıklı laf gidip gelsin. "Çok güzeldi, çok kötüydü’’ bunlar laf değil.

İnsanlar dünyayı seyrediyor, sadece seyrediyor. Ama etkili değiller.

Seyretme rahatlığı var. Aydın olmak çok önemli hem sanatçı için hem seyirci için bu mümkün olmaya bilir. Seyircinin bir adım ötesinde olarak ona bir şey taşıyacaksın, onu bazı konularda heyecanlandırıp hareket etmesini sağlatacaksın. Bütün mesele bu ama eğer onun düzeyinde ya da onun düzeyinin bir adım gerisindeysen seyircinin senden alacağı bir şey yoktur. Bu sadece dizi ya da tiyatro meselesi değil. İnsanlar dünyayı seyrediyor, sadece seyrediyor. Ama etkili değiller. Geçen bir trene bakar gibi bakıyor. Özel yaşamları konusunda, akraba ilişkileri konusunda, devletle ilişkileri konusunda yani bütün ilişkileri itibariyle seyirci onlar. Sadece seyrediyorlar. Bu konuda gelişmemişlik söz konusudur. Her şeye rıza etme söz konusudur. Kabullenme söz konusudur. İşin tatsız tarafı burası, ne verirsen kabul ediyor. Dizilerde bir çalıyı bile oynatabilirsiniz. Seyirci 3-4 bölüm sonra ona bir kişilik kazandırır.

Yakup Sancı: Siz tiyatrolarda hep ilerici oyunlar oynadınız. Son yıllarda bu oyunlar tiyatrolarımızda neden oynanmıyor?

Rana Cabbar: Bu bir miktar da bizim dışımızda olan hadise. Her güneşli günden sonra yağmurlu gün de geliyor. Her yağmurlu günden sonra güneş açıyor. Dünya hızla dönüyor. Bazı şeyler hızla eskiyor ve tarih sahnesinden çekiliyor. O yer boş kalmıyor birileri geliyor oraya. İnsanlar istese de istemese de ayağının altından toprak kayar gibi değişiyor, dönüşüyor. Bazıları eskide kalıyor eskideyiz zannediyorlar. Biz bunlara tutucu diyoruz. Bazıları da değişime ayak uyduruyor. Bunlar da devrimci oluyor. Böyle bir çatışma var. Bir de şimdi dünyanın girmiş olduğu bir aralık var. Globalizmle başlayan ve değişik düşünce ve anlayışlara sahip olan bir tutum, bir duruş var.

Büyük hareketlerle değişir toplumsal bilinç

Şunu söyleyeyim büyük hareketler olmadan bunlar değişmiyor. Nehrin yatağını değiştirmesi büyük hareketlere bağlı. Örneğin depremler. Büyük savaşlar. Büyük felaketler. O zaman görüyoruz ki halkın yaşamı değişiyor, anlayışı değişiyor. Şimdi bir değişikli yok, değişmez de. Bir özürlü başka bir özürlüyü doğuruyor sürekli. Böyle bir durum var. Bu tahsille de olacak bir şey değil. Genel değişiklikler, büyük değişiklikler, büyük hareketlerle değişir toplumsal bilinç. Bu böyle değişir başka türlü değişmez.

Yakup Sancı: Büyük hareketler, büyük değişimleri başarmak da pek kolay görülmüyor sanırım.

Rana Cabbar: Tabi. Bunlar kolay olan şeyler değil, yıllar alan ve bir takım yaşamlar sonucu oluşacak şeyler. Bugünden yarına olacak bir değişim değil. O perspektifte bakarsak konuyu daha iyi kavramış oluruz. Bu perspektiften bakmak lazım… Bu ağır akan bir dere gibi, ağır ve çamurlu akan bir dere gibi. Üstündeki ağaç yapraklarını bir yere doğru sürüklüyor ama değişmiyor ağır akıyor. Onu değiştirmek büyük hareketlere bağlı. O zaman değişiyor. 1964 de ki anlayışla günümüzdeki anlayış bir değil. Çok fark var arada. Tiyatro da sinemada insanlar biraz daha köküne inmek, daha bir konuyu dibinden yakalamak gibi sıkıntıları var artık. Diyelim ki masanın şurasında toz var ve sen bu tozdan rahatsızlık duymuyorsan bu tozu hiçbir zaman almazsın. O toz orada senelerce durur. Ama eğer bir rahatsızlık duyuyorsan bir an önce o tozu temizlemeye bakarsın. Şimdilik böyle bir şey yok. Dere son derece ağır ve çamurlu akıyor. Sinemada tiyatroda insanlar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, batıdan etkileniyorlar, kendi düşleri var, bu düşleri uygulamaya çalışıyorlar ama zeka yeterli, değil. Vizyon yeterli değil. Bakışlar yeterli değil. Bir de günlük yaşamın peşine düşmüş durumda insanlar. Mecburi giderler var bunları karşılamak durumunda iki ayağının üstünde durmak var olmak için. Biz biliyoruz ki var olmak ap ayrı bir hadisedir. Bir rezistans meselesidir var olmak. Bugün oynayan filmler de öyle. Gişe hasılatı itibariyle anılıyor. Bir film için "Aa beş milyon kişi gelmiş, altı milyon kişi gelmiş kardeşim sen ne diyorsun ya" diyor. Göstergeler o düzeyde. Para kazanıyım var, varlığımı gösteriyim var. Zekamı gösteriyim var. Bunlar sinemaya doluşmuş kemirgenler. Zamanla bunlar ayıklanabilir hiçbir şey konusunda umutsuz olmamak lazım. Yalnız zaman alır. Başka bir jenerasyon bunu görebilir şimdikiler idare-i maslahat eder. Bu iş hem ciddiye alınacak bir iştir, hem de hiç ciddiye alınmayacak iştir. Çok ciddiye aldığın zaman bakıyorsun ki kaynaklar senin elinde değil, kaynaklar başka yerde. Sen muhtaçsın. Şu işi nasıl yapayım var ama bir türlü kafayı oraya yoğunlaştıramıyorsun. Çünkü hem vizyonun kıt, hem zekan kıt.

Her türlü işte, şiirde, resimde, heykelde, sinemada, tiyatroda zeka önemli.

Çok kuvvetli olan mı? Çok zeki olan mı? Önemli. Bence zeki olan önemli… Çünkü kuvvet artık sirklerde kaldı. Kol güreşleri, zincir kırmalar bunlar sirklerde kaldı. Şimdi zekanın günü. Her türlü işte, şiirde, resimde, heykelde, sinemada, tiyatroda zeka önemli. Bu aranıyor zaten, bu aranmıyor aslında ama zeka vericiliğiyle sana ulaşıyor. Verici bir şeyin var ve bunun üzerine kendi fikriyatını işlemişsin. Bu vericilikle sana ulaşabiliyor. En azından sen belirli bir düşüncedeyken kafana bazı sorular sokuyor. Kimseyi güç kullanarak salonlara sokamazsın, ya da kimseye şu tabloyu seyret diye zorlayamazsın. Şu heykele bak diyemezsin. O taşımız olduğu zeka itibariyle seni cezb eder. Sanat dediğimiz zaman aslında zeka kastediliyor bu anlatılıyor. Şarkıcı, türkücü değil. Kaldı ki onlarda da zeka gerekir. Niyet çeker gibi halka lazım olan ortalama işler var arabeskler, şarkılar, türküler vakit geçirsin, vakti geçsin işler. Bu fevkalade umutsuz bir durum, kara bir durum.

Sanat pahalı bir olay

Osmanlıdan bize devreden 30 tane etnik gurup var bu ülkede. Pek fazla sağına soluna dokunulmadan öyle yaşamaya bırakılmış burada. "Yatsınlar, kalsınlar, yesinler içsinler, çocuk doğursunlar’’ diye. "Kimse sorununu söylemesin, şikayette bulunmasın" sanat Türkiye içinde lüks kalıyor. Orada adam "ekmek’’ diye taşa vuruyor kendini. "çocuğum ne olacak, bilmem ne ne olacak" o adam tüm bunların peşinde aslında. Bunun için akşam eve geldiği zaman evdekiler bir dizi seçmiş oluyor o da oturup seyrediyor. Televizyonda akan bir hikaye görüyor kendine göre umutları beliriyor ya da oradaki kahramanla bütünleşiyor. Orada sarf edilen lafların bir kısmı onu güldürüyor, bir kısmı güldürmüyor. Üzülüyor "ayy kadın öldü" ya da "öldürüldü" diyor. Ortalama insanın düzeyi bunlar. Onun için sanat pahalı bir olay.

Doğurman lazım. Bu işi Türkiye de doğurman lazım. Anneler çocuk doğurur, o çocuklar 18-20 yaşına kadar edindiği bütün birikimleriyle, bütün rezervasyonlarla kendi küllerinden bir daha doğmak zorundadır. Kendi kendini doğurmak, işte var oluş budur.

Yakup Sancı: Doğurgan sanatçımızı küstürmeden üretmesinin yolunu nasıl bulacağız?

Rana Cabbar: Doğurgan sanatçımız küsecektir, bazısı küsmeyecektir ama mücadele ede ede hayatta kalmayı ve de evrensel olmayı öğrenecektir. "Dünya benim sınırlarıma kadar geliyor, benden sonrası yok" düşüncesine hiçbir zaman girmeyecek. Onun için sanatçının uyanık olması gerekiyor. Şunun cevabını vermesi lazım… "Güzel bir kızın kucağında oturmakla, kızgın bir sobanın üstünde oturmanın arasındaki farkı ne?’’ Bir sanatçının bunun cevabını vermesi gerekir. Güzel bir kızın kucağında iki saat oturursan sana iki dakika gibi gelir. Ama kızgın bir sobanın üstünde iki dakika oturursan iki saat gibi gelebilir. Buna benzer araştırmaların içinde, beyin yoklamalarının yapılması gerekir. Çünkü bu gövde şehveti değil, beyin şehvetidir. Bu beyin şehvetini edinmesi gerekir. "Bu kadar arkadaş, ne bileyim ben, ağabeylerimiz vermedi bize bunları" deyip tesbih elinde kahveye pisti oynamaya gitmeceler var. "Sıran geldi Ahmet, Mehmet" deyince kamera karşısına geçip rol yapmaya, filmde görünmeye çalışır. İşi biter yine oraya gider. Kitap bile okumamış ama hayatının çok önemli bir kısmını kahvelerde kağıt oynayarak geçirmiş ve bugün için önemli ismi olan yönetmenler var.

Çekeceğin filmi ne zaman düşünüyorsun? Ne yapacağını ne zaman düşünüyorsun? Falanca oyuncuyu nasıl oynatacağını ne zaman düşünüyorsun? Bütün bir dünyanın içerisinde çekeceğin filmin nerede ne mesajı vereceğini ne zaman düşünüyorsun? Bu filmle kime ne mesaj veririm diye bir kaygısı yok, böyle bir huyu yok. Böyle bir sıkıntısı yok. Hele bir de evliyse bütün gün kahvede oyunlar oynar, sonra bir de rakı içer ardından " arkadaşlar arasında önemli konular konuştuk, iki kadeh de içtik" der eve gittiğinde. Zil zurna sarhoş olur kendini yatağa atar. Çekeceğin filmle ilgili ne zaman hayal kuracaksın? Düş işleri bunlar, düş işleri. Düş satıyorsun. Akan derenin içine "beni de bir yere götürür herhalde’’ deyip o da atlayıveriyor. Büsbütün kenarda durmamak için, ağaç altında beklememek için harekete dahil olmak için öyle ağır akan bir dereye kendi kendini atıveriyorsun. Sen de onlardan biri oluyorsun.

Yakup Sancı: Bu kabullenmek midir…"evet hayat buymuş, başka bir yaşam, başka bir alternatif yok’’ deyip kabullenmek midir?

Rana Cabbar: Tabii kabullenmektir. "İnşallah çocuklarımız" deyip başlayan laflar vardır. "Bu kadar yapabildik biz, ne yapalım"  deyip işin içinden çıkı verilir. Kendi kendine de bir övünç bulur "şu sıkıntılara rağmen şunları, bunları başardım. Ele güne borcumuz yok evvel Allah. Evimize biri geldiğinde masa örtüsü sererek yemek yedire biliyoruz’’ falan gibi ferasetleri saymaya başlar. " bu zamanda bu kadar maşallah" der tak yak vurur bir yere. "Şurada başladım buraya kadar geldim" der olduğundan fazla görünmeye çalışır. Bu da bunun getirmiş olduğu bir yan sıkıntı. Kendini birilerine kabul ettirmeye çalışmak. İmaj prestij meselesi.

İnsan malzemesi çok önemli... İnsan olmadan hukuk kitaplardan ibaret ölü bir hadisedir. Tıp da öyle… Diğer benzeri bilimler de öyle… Ancak insan içine girdiği zaman bunları işletebiliyor. Diğer insanlara yararlı hale getirebiliyor. Derler ya… "Bir ülkedeki insan malzemesi nedir?" O, ne kadar besliyorsun? Anlamına geliyor. İnsan malzemesine ne kadar pirim veriyorsun? İnsan malzemesini ne kadar büyütüyorsun? Anlamına geliyor aslında. Bu coğrafyada insanların uğramış olduğu hadise çok talihsiz.  Biz İstanbul’a layık değiliz. Birey olarak insanın kendisi… Tahsillisi tahsilsizi ayrı… Bizden daha inanılmaz kötülükte çoğrafyalar da var. Bizimki arada derede duran bir durum... Ama bu insan malzemesi burada çok talihsiz bir vaziyette… Garson olarak, avukat olarak, tiyatro ya da sinema oyuncusu olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorsun aslında. Gücün de var ama yukarıdaki kapak açılmıyor bir türlü. Bir yere kadar geliyorsun sonra "vıjj" aşağı kayıyorsun. Senin elinde olmayan şeyler var. Örneğin bir hain, anasından hain doğmaz.  Bir katil de anasından katil doğmaz. Bir "orospu" da anasından "orospu" doğmaz. Ama kontrol edemediği güçler onu o hale getirir.

Yakup Sancı: Edebiyatta aydın yazarlarımız var ama sinemada aynı şey söz konusu değil. Sinemamızın gelişmemesinin nedenlerinden birine de aydın yönetmenlerimizin az oluşu diyebilir miyiz?

Rana Cabbar: Erden Kıral ve Ömer Kavur nispeten düzeyli insanlardı yani konuya iyi yaklaşanlardı. Daha doğrusu Aydın olarak yaklaşanlardı. Biraz da kendi işlerini kendileri yapıyorlardı. Masa başı çalışması çok önemli. Bunu kendileri yapıyordu. Yani senaryonun sol tarafı çok önemlidir. Oraya adam fikriyatını döker. Replikler pek önemli değildir ama sol taraf önemli. Ne yapacağının özü oradadır. Onu o insanlar iyi yapardı kendi duyarlılığı içinde.

Erden Kıral ile "Hakkari de bir mevsim" diye bir film çektik. Film hala gösterilmiyor. Gösterilmesi yasak. Bu filmde bir tiyatro takımı oyuncular oynadı. Genco Erkal, Erkan Yücel, ben ve dostlar tiyatrosundan insanlarla gittik, orada 25-28 gün kaldık. Hakkari de o filmi çektik geldik. İyi bir takım çalışmasıydı. O filmi diğer filmlerle aynı yere koyamazsın. Halk senede bir gün diye bir şey istiyor. Sen, senede bir günü boş ver. Ben sana Hakkari de bir mevsim veriyim istiyorsun. "Bana senede bir gün lazım" diyor.

Yakup Sancı: Aydın yazar var ama halk kitap okumuyor. Film izliyor, dizi izliyor. O zaman Aydın yönetmenlere ihtiyacımız var sanırım.

Rana Cabbar: Halk okumaz. Şundan okumaz. Adam 2.500 kelimeyle yazar kitabı. Halkımız 300 kelimeyle konuşur. Anlamaz. Anlamayacağı kitabı satın almaz. Satın almayınca da okumaz. Somut olan bu… Yoksa "ay ben kitaptan nefret ediyorum" diye bir şey yok. Anlamıyor, anlamayınca da satın almıyor. Satın almayınca da okumuyor.

Yakup Sancı: Sinemamızın ve Tiyatromuzun gittiği yön doğru bir yön mü? Sanatımız nereye gidiyor?

Rana Cabbar: Yürüyoruz ve bir yerlere doğru gidiyoruz. Geleceği parlak mıdır? Değil midir? Bir şey söylemek yersiz... Mal meydanda. Ap açık ne olduğu belli. Bu kızıldereli kabilesi gibi bir şey. Oradan biri çıkar atına atlar birilerini etrafına toplar "haydi bakalım" al sana bir hareket. Böyle büyük hareketler spontane çıkıyor. Eğer yeni bir bakışın, söyleyecek yeni bir sözün varsa, eğer dünyayı yeni baştan ve kendince açıklayabiliyorsan o zaman bir şeyler olabilir. Ama yeni olmalı insanlar "hıı bu yeni" diyebilmeli. Ama o da spontanedir. Bireyseldir. Öyle parladığı gibi günün birinde de sönüverir. Devam ettirmenin gücü ayrı, koşulları ayrı ama çıkışlar olabilir. Bir yerlere doğru yürüyoruz bakalım ne olacak. "En güzeli, en kıyağı" diye bir şey de yok.

"Bir oynayayım, bir oynayayım da görsünler ben neymişim." Ya da "bir film çekeyim, bir film çekeyim de görsünler ben neymişim" gibi. Bunlar tabi moron işler. Bebe ruhi diye tabir ederiz biz bunları. Ancak kendini yontarsın, ancak kendi kendini tatmin edersin. Başka da bir şey olmaz. O bakımdan yürüyen bir şey var, yürüyor mu? Düşüyor mu? O da belli değil.

Ankara halkı daha fazla duyarlıdır.

Sinema duygusu olan, duyarlı olan, evrensel boyutlara önem veren bir takım insanlar çıkabilir. Buradaki insanla Venezuella’da ki insanı aynı gören görüşler çıkabilir. 2010 dan sonra iyi filmleri değil de filmi yapabilirler. Önemli olan bunu devam ettirmek, devam ettirebilmenin sağlıklılığı, şartları önemli… Yoksa o da çıkar Yılmaz Güney gibi bireysel işler yapar iyi film ya da filmler çeker sonra yok olur gider. Bireysel çıkışlar oluyor, Ankara sanat tiyatrosu da öyleydi zaten. Ankara sanat tiyatrosu da bireysel bir çıkıştı. Şimdi o da eriyip gidiyor. Önemli olan devamlılık ve devamlılığın şartları… Halkın durumu önemli... Sonuç olarak halk taşıyacak bunu. Öylesine duyarlı olabilmeli. Enteresandır,  Ankara halkı daha fazla duyarlıdır. Sabah işine giderken seninle birlikte seyahat eden insanlar vardır dolmuşta ya da otobüste. Seni arkadan dürterler "dün akşam geldik seyrettik, kötüydü." Ya da "iyiydi ama şuralar buralar vardı" der sahip çıkar. Sen de onu dinlemek ve bir şeyler öğrenmek zorundasın. Çünkü halkın bakışı bu, dikkate almak zorundasın. Kimisi söylediğini takip eder. Ankara halkı çok enteresandır ve sürekli işin içindedir.

Ben Ankara'ya 1963 yılı’nda gittiğim zaman hayret ettim. Çünkü edebiyat matineleri gördüm, şiir matineleri gördüm. Eleştirisel matineler gördüm, belirli mekanlarda yapılan ve falanca oyunu eleştiriyorlardı. İnsanlar toplanıyor aralarında konuşuyorlar. Bir kanaat oluşuyor. İçki içiyorlar, eğleniyorlar ama oyun konusunda da bir kanaatleri oluşuyor. Merkezdekilerde sanat yoğun o İstanbul da yoktu zaten. Bu nedenle Ankara’ya gittiğim zaman vay bee ne yer diye çarpıldım. Zaten Ankara sanat tiyatrosu öyle gelişti. Orada yeterli ortamı buldu bu işi yapmak için. Çok sahip çıkıldı Ankara sanat tiyatrosuna…

Yakup Sancı: Ankara Sanat Tiyatrosu doğru sanatçılarla doğru işlerin yapılması nedeniyle izleyicinin dikkatini çekti ve yapılan işlere sahip çıktı diyebilir miyiz?

Rana Cabbar: O insanların ilgisini çekebilecek cazip işler yapıyordu. İzleyici "ben bunu seyretmeye gitmeliyim arkadaş" diyor şartlandırıyor kendini. İyi oyuncular vardı ama tanımamışlardı, sonradan tanındılar. Aynı şekilde masa başı çalışması çok iyiydi, sağlamdı, edebiyat vardı. Her metnin dibinde edebiyat mutlaka vardı. Adalet Ağaoğlu, Güner Sümer zaten Adalet Ağaoğlu Güner Sümer’in ablası sürekli oradaydı. Böyle etkili bir tiyatroydu. Asaf Çiyiltepe de öyle sürekli oradaydı ve önemli bir adamdı. Dolaysıyla hafta sonları İstanbul’daki bir kısım aydını kaldırıp Ankara’ya getirtiyordu. Geliyorlardı onlar da. Yabancı bir tiyatroyu seyretmeye gidermiş gibi. Fransa da bir tiyatroyu seyretmeye gidermiş gibi İstanbul’dan kalkıp, Ankara’ya geliyorlardı. Cumartesi geliyor oyunu seyrediyor, orada kalıyor ve Pazar günü dönüyorlardı. Yaşar Kemal de dahil olmak üzere gelir oyunu seyreder dönerlerdi. Senelerce devam etti bu "nereye?" –oyun seyretmeye Ankara’ya gidiyorum-

Yakup Sancı: Siyasi literatüre giren "bozuk düzen" lafı da Ankara sanat tiyatrosunda oynanan bir oyunun adı değil mi?

Rana Cabbar: 1965-67 yıllarıydı. Bülent Ecevit geldi o yıllarda. Bozuk düzen diye bir oyun oynuyorduk. Bozuk düzen lafı siyasete oradan girdi. Bülent Ecevit eşi ile birlikte oyunu seyretti ertesi gün siyasi literatüre soktu lafı. Sonraki yıllarda "Durand Bulvarı" diye işçilerle ilgili bir iş yapıldı. Fikret Hakan Asaf Çiyiltepe’nin arkadaşıydı.  Ciyiltepe Fikret Hakan’ı getirdi ve o oynadı bu oyunu. Onun bu oyunu oynamasıyla birlikte; Bayram kuşağı diye bir kuşak vardı. Beyoğlu’nda şairlerin, ressamların, toplandığı bir pastaneydi bu Bayram pastanesi. Herkes orada toplanırdı Fikret Hakan öyle bir kuşağın temsilcisiydi. Ankarada oynamasıyla birlikte İstanbul’daki, İzmir’deki insanlar akın akın gelmeye başladılar. Aynı şekilde MHP milletvekilleri, AP milletvekilleri "ne oluyor orada?" diye merak edip gelmeye başladılar. İçlerinden çoğunu tanırım sevmiyor sevmiyor ama iş güzel olduğu için alkışlamak zorunda kalıyor. Böyle bir işti bu.  Tabi sonra Anadolu’dan yürüyerek lahmacunlarıyla birlikte Ankara’ya gelindi bozuldu iş. Onun için söylüyorum devamlılık yok. Tutturuyorsun belli bir yere gidiyor onu yapan insanlar ölünce iş de ortada kalıyor.

Yakup Sancı: Son yıllarda çekilen sinema filmlerini nasıl buluyorsunuz?

Rana Cabbar: Sinemacı sonradan almış olduğu bir işi yapıyordu. Görmüş, öykünmüş "sinemacı olmak ne güzel" demiş. Belli bir okuldan yetişmediler. Bu alaylılığın üzerine aydın olamama meselesini de katarsak yapılan işler de sıradanlaşır. Dizilere bakıyoruz kavgalar, cinayetler, gazetelerin üçüncü sayfaları gibi oldu, kan damlamaya başladı. Halk da bunu izliyor. Buna tam bir sinema diyemeyiz. Ama şunu da yadsıyamayız. Orada yıllarca emek vermiş insanlar var. Sömürülmüş insanlar var. Bunların en başında da sinema teknisyenleri geliyor, yani sinema işçileri. Bir yerlere gelen oyuncu olanlar idare-i maslahat etti hep. Jön olarak bulundu, karakter olarak bulundu. Ama hepsi "mış" gibi. Oynuyormuş gibi. Esasa muttalip bir şey yok. Senarist de bu yönde çalıştı, yönetmen de böyle çalıştı. Batının yaptığını izlemiş o da burada yapmaya çalışıyor. Ama buna sinema denilemez, olduğu kadar denildiğinde olduğu kadarı da bu kadar işte. "Burası Türkiye" bu laf en sonunda ediliyor ve orada kalıyor.

Her şeyden önemlisi bir sanatçı aydın olmalıdır.

Bu konuda sağlıklı bir şeyler söylemek kişinin kendisine bağlı değil. Bu daha çok ininde bulunduğu ortamla ilgili… Sanat bir üst yapı kurumudur. Kendi içinde eğitimi var. Bir de her şeyden önemlisi bir sanatçı aydın olmalıdır. Tiyatrocu ya da sinemacı olmaktan öte önce aydın olmak vardır.

Yakup Sancı: Aydın sanatçılarımız sansürlendi. Tiyatroda durum nasıldı? Sahnede de sansür var mıydı?

Rana Cabbar: Sansür her zaman var oldu. Sansür olmadığı zaman da muhbir vatandaş vardı. Şu ya da bu saik ile "orada bilmem ne propagandası yapıyorlar’’ denildi. Ya da "ahlaka aykırı’’ gibi benzer şeylerle ihbarlar edildi. Sansür meselesi kolay bir hadise değil, sadece bir yerden tutup cımbızlayamaz insan. Sonuç olarak bizim ülkemizde her şey ‘mış’ gibi. Özünde Osmanlıdan gelen bir gelenek var. Hat sanatı önemlidir, şiir de önemlidir. Musiki de önemlidir. Tiyatro sinema sonradan buralara girdi. Böyle bir gelenek yoktu. İnsanlar batıya bakarak burada kendilerine göre bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bilgi yasası diye bir şey var, halktan aldığını tekrar halka vermek. Bizim gibi ülkelerde genel olarak halktan alınan yarı cehalet katmerlenip tekrar halka veriliyor, aradan da para kazanılıyor. Böyle bir kilit var. O zamanlar sinemanın başında olan Prodüktörler, yatırımcılar ancak bu düzeyde bir şeyler yapabilir. "halk bunu istiyor, yapalım. "Niye yapalım? hem halkın isteğini karşılayalım hem para kazanalım" tiyatro da bir kısım böyle çalıştı ama sinema yoğun olarak burada, bu noktadaydı.

Yakup Sancı: Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığı döneminde yurtdışında gösterilmek üzere tanıtım filmleri çektiniz, çeşitli etkinlikler düzenlediniz. Bu çalışmalarınızdan söz eder misiniz?

Rana Cabbar: O dönemlerde Mesut Yılmaz’la çalışmaya başladık. Belgesel yapma, tanıtım filmi çekme gibi, Türkiye ticaretiyle ilgili buna benzer konularda belgesel tanıtım filmleri çektik.  Türk tarımı, Türk ihracatı gibi tanıtım filmleri çektik bunlar yurtdışı kanallarda oynatıldı. O arada ben İngiltere de Kanuni Sultan Süleyman sergisi yaptım. Turizmle ilgili, halı- kilimle ilgili, Türk yemekleriyle ilgili bu tür yan faaliyetleri Almanya da İngiltere de düzenledim. Daha sonra odalar birliği ile ilgili olarak Fransa Dijon da her yıl geleneksel olarak yemek fuarı olurdu, bu fuara katılırdık. Aşağı yukarı 20 gün süre ile buradan götürdüğüm aşçılarla orada Türk yemeği çıkardım. En az 30-40 ülke mutfağıyla katılıyor oraya. Pişirip satılıyor. Katılan ülkeler arasında en ekonomik yemeği yapanlar, en güzel yemeği yapanlar ödül alıyor ama şöyle bir ödül; herkese beratlar, madalyalar veriliyor. Daha çok ülke tanıtımı için düzenlenen bir yemek fuarı. Bizim folklor ekipleri geçmişte Dijon’a gidip de orada başarılar kazandığı için Türkiyelileri gayet iyi tanıyorlar. O yıllarda yemek fuarı olduğu için bizleri de çağırdılar. Daha doğrusu odalar birliğini çağırdılar. Odalar birliği de bizi buldu oraya bir ekip götürme konusunda. Ben de buradan altı tane şef aşçı edindim, götürdüm. Sonra dört yılda bir devam etti. Türkiye orada onur konuğu oluyor 20 gün süreyle yemekler yapıyoruz. Bizim oradaki elçilikte katkı sağlıyor. Fransa da ki misyon şeflerini toplayıp oraya getiriyor, Türk yemeklerin satışı için. O tür işler yapmaya başladım. Bu arada başbakanlık tanıtma fonundan bütçe almak suretiyle türlü sergiler götürdüm yurt dışına. Mimar Sinan konusunda filmler çektik. Bayağı bilimsel bir filmdi. BBC 4 kanal ile anlaşmak sureti ile çekildi orada bu filmler gösterildi. Yayınlanırken de bizim büyüklerimize telefon ettik, bakın oynuyor paranın boşa gittiğini sanmasınlar diye haber verdik. Hoş etkinliklerdi bunlar.

Bunlar kolay işler değildi ardını getirmek gerekiyor. Bununla kalmamalı. Osmanlı tarihi ile ilgili romanlar yazmalısın. Bunlar aşk romanları olmalı, içinde o konular da geçmeli. Tarihsel konular mesela lale devri boşa gitmiş bir hadise. Lale devri önemli bir dönem, bunlar yazılmalı en azından. Bunları yazmak da yetmiyor yurt dışı bağlantılar önemli, batı halkları seni anca böyle tanıyor.

Bu tür etkinliklerde 15-20 gün bulunuyorsun sonra toparlanıp geliyorsun, senden geriye bir şey kalmıyor. Hemen unutuluyorsun. "Çerkez tavuğu çok güzeldi" bu kadar başka hatırlanan bir şey yok. Romanla, resimle tanıtım yapılmalı. Batılılar insanları böyle tanıyor. Osmanlıdan kalan geçmiş imajları silmek zor ama bu da bir katkıdır. Yabancı medya ile dostluklar kurmak önemli. Yabancı medya istediği zaman seni insanların gözünün önüne çıkartabiliyor. Yanlış bildiklerinin doğrusunu anlatabilirsin o zaman. Eksik bilineni tamamlarsın. Hiç bilinmeyeni ifşa edersin.

Yakup Sancı: Yıllardır antika ile ilgileniyorsunuz. Antikacılık hayatınızı anlatır mısınız?

Rana Cabbar: O rutin bir iş. İnsanlardan antika toplama meselesi. Bazen insanlar getiriyor, bazen tanıdıklar aracılığıyla bu antikalara talip oluyorum. Fiyatlar verilip mal alınıyor. Bazen bilen birileri "şurada bir antika" olduğunu söylüyor. Bazen elindeki malı satın almak için aracılar müşteri getirir. Anadolu da çok antika var. Çok koleksiyon malzemesi var. İnsanlar nelerin üstünde oturduklarının farkında bile değiller. 15 bin yıl öncesi oradan gecen uygarlıklar var. Bu uygarlıkların bırakmış olduğu parçalar, eserler var. Adapazarı’nda küreği yere vurdun zaman bir sürü Bizans sikkesi çıkıyor.

"Kargadan başka kuş bilmem" olmaz. İnsan zekasını başka yerlere de yorabilir. Senaryo da yazabilir, böyle bir faaliyete de iştirak edebilir. Bu koleksiyon meselesini yapmadan önce kabzımal da oluna bilirdi. Türkiye de insanın başına ne geleceği belli değil. Hal de pırasaları oraya toplayıp, domatesleri buraya da çekebilirdim.

Yakup Sancı: Üstünde çalıştığınız bir projeniz var mı?

Rana Cabbar: Sinema ile ilgili bir senaryo çalışmam var. Yazıp yırtıyorum. Yazıp yırtıyorum. İyisini bulana kadar bu şekilde devam edecek.

Yakup Sancı: Geçmişten geleceğe uzanan köprüde buluştuklarımızla söyleşilerimiz devam ediyor, anlatılanlar ışığında sinemamızın sorunlarına çözümler arıyoruz.

Rana Cabbar’a Teşekkürler.

Kaynak
Yakup Sancı
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)