Bu hafta değerli oyuncu ve yazar sayın Kazım Eryüksel'i konuk ediyoruz. Yeşilçam'ın dünü ve bugününden, çekilen dizilere, tiyatrodan, sinemanın sorunlarına uzanan bu hacimli söyleşiyi Yakup Sancı Sizler için gerçekleştirdi...
31 Temmuz 2012

Yakup Sancı: Kazım Eryüksel 1945 Yılında doğdu. Ankara radyosu çocuk saatinde çalışırken Devlet Tiyatroları Başyönetmeni Ziya Demirel radyoya gelir. Alev Sezer, Nurhan Damcıoğlu, Mehmet Küçükcan, ve Kazım Eryüksel’i alır yanına. "Gelin bakalım. Devlet Tiyatrosu Çocuk bölümünde sahneye çıkacaksınız" der. Kazım Eryüksel, diğer çocuklar gibi çok şaşırır. Orada yaklaşık 50 çocuk vardır ama Ziya Demirel 5 kişi seçmiştir. Ve bunlardan biri Kazım Eryüksel'dir. 1963’de Devlet Tiyatroları  Çocuk Bölümü’nde oyuncu olarak görev alarak sahne ile tanıştığında 18 yaşındaydı. Daha sonra bu kadrodaki başarıları nedeniyle Ziya Demirel, bir Donkişot oyununa aldı. Oyunda dev kadro vardı. Yıldırm Önal, Tijen Par, Baykal Saran, Nur Bartu, İlkay Saran, Kendi deyişiyle var oğlu var". Müthiş bir kadro da, dev sanatçılarla sahneyi paylaşır. 1965’de İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Tiyatro Bölümü’nü okuyarak yaşamını sanata adar.

O günden bugüne, tiyatro-sinema-televizyon filmi ve dizileriyle ömür tüketen Eryüksel, Türk Tiyatrosu oyuncularının hemen hepsiyle çalışmış, bilgi birikimini artırarak yılları geride bırakmış. Birçok oyunda önemli roller alan, dizilerde canlandırdığı unutulmaz karakter tipleriyle yakından tanıdığımız Eryüksel, son 12 yıldır oyunculuğun yanı sıra tiyatro eğitmenliğini sürdürmektedir. 1974 yılında senaryo yazmaya başlayan Eryüksel, bugüne dek senaryo ve oyun yazımında muhtelif ödüllerin sahibidir. TRT'de “Çığ” isimleri senaryosu, TOBAV'da “Başakzar” adlı oyunu, Kültür Bakanlığı Hasan Ali Yücel Oyun Yazarlığı Yarışması’nda “Gri Bölgeler” isimli oyunu ödüle layık görülür.

Kazım Eryüksel: Yıldırım Önal oynadığımız bu "Donkisot" oyunundan sonra beni adeta bir evladı gibi sevmişti. Rahmetli bu oyundan sonra İstanbul’a geliyordu. Bana, "benimle gelir misin?" dedi. Türker Tekin, Melih Yalçınkaya birkaç arkadaşla beraber bizi aldı, arena ya getirdi. Sahneye ‘’Bir donkisot’’ diye oyun konuldu. 516 kişi vardı listede. 16 kişi seçildi bunların içinde de üç’üncü sıradaydım. Yıl 1963, yıl 2009 no stop tiyatro, no stop oyunculuk. Son 20 yılda elim kalem tuttuğu için senaryolar, oyunlar, kitaplar, no stop yazarlık. 
 
Yakup Sancı: Birçok tiyatro ustasıyla çalıştınız. Sonra kendi tiyatronuzu kurdunuz. Tiyatro yapmaya devam ediyor musunuz?

Kazım Eryüksel: Eski ustaların hemen hemen hepsiyle çalıştım. Gazanfer Özcan, Nejat Uygur, Yıldırım Önal, Lale Oraloğlu, Ulvi Uraz, Avni Dilligil, Ahmet Açan, Muzaffer İlkgüler. Bu ustaların her birinden bir tiyatro türü öğrendim. 1981-1982 yılında Moda da kendi tiyatromu açtım. 5 yıl, 23 kişilik kadro ile hizmet verdik. Tiyatronun giderlerini karşılamakta zorluk yaşadım. Sonra maddi sıkıntılar nedeniyle tiyatroyu kapattım. 1974 yılında Yeşilçam’a "Kurt yemini" isimli filmle merhaba dedim. Yıldırım Önal, Serdar Gökhan vardı. Bu filmde sivil bir genç komiseri oynamıştım. Şimdi birkaç dalda yürüyoruz.

Yakup Sancı: Kitap da yazdınız sanırım?

Kazım Eryüksel: "Yıldızlar Uzak Değil" ve "Bir Garip Yazgı isimli iki kitap yazdım. Üçüncü kitabım şimdi baskıda. "Adaletin Adaleti" bunu da bir takım yarışmalara sokma amacındayım. Tiyatro edebiyatla iç içe olduğu için, bir taraftan kalem, tiyatro estetiği, sahne plastiği ve insan plastiğiyle çok yakından ilgili. Bir taraftan sahne dekoru, resimler zincirinde ne olabiliri irdeleyen çalışmalar. Bir tarafta roman, oyun ve edebiyatın diğer türlerinin denemeleri. Bir başka açıda genç arkadaşlarla bir atölye sistemi kurarak çalışmak... Bu sistemi geçen yıl kurduk. 5 yıllık bir periyot koymuştum. Bu 5 yılda bunu başaracağım.

Yakup Sancı: Bu atölye sistemi nedir?

Kazım Eryüksel: Bir ajansla sanatseverler derneğini kaynaştırıp, ortak bir eyleme sokmak. Ne demek bunun açılımı? Şu demek. Dernek çatısı altında genç arkadaşların alt yapılarını, bilgi birikimlerini, oyunculuk adına darcıklarını zenginleştirerek onları hayata hazırlayıp, ajans kanalıyla sanatçı kimliği altında ve de menejerlik sistemi kurarak o yetişmiş arkadaşları tanıdığımız bir takım yapımcı, yönetmen ve şirketler kanalıyla topluma mal etmeye çalışmak. İlke olarak da bunun üzerine gidiyoruz. Bu amaç doğrultusunda çalışıyoruz. Şu ana kadar da yaptığım projenin ilk basamağını son derece başarılı geçtik. Dilerim bundan sonra da iyi olur.

Yakup Sancı: Bu eğitimde kursiyerler hangi aşamalardan geçiyor?

Kazım Eryüksel: Bunu parselliyor ve parçalıyorum. Bir defa genel kültür anlamında tiyatro tarihini bilmeleri lazım. Bunu mutlaka anlatıyorum. Not tutuyorlar, fotokopi çoğaltarak dersler halinde veriyorum. Tıpkı bir üniversal çalışma gibi. Bunun yanı sıra diksiyon çalışmaları yapıyoruz. Onların sahneye çıktıklarında Türkçeyi güzel kullanabilmeleri için. Bunun yanı sıra sahne plastiği ve sahne estetiği çalışmaları yapıyoruz. Diğer bir parselde sahne jimlastiği yapıyoruz uygulamalı olarak. Genç arkadaşlarımız geniş bir eğitim yelpazesinde kendilerini hazırlıyorlar.

Güzel Türkçesi olmayan, cümleyi doğru sunmayan biri oyuncu olamaz. Olmamalıdır...

Güzel Türkçesi olmayan, yani vurguyu iyi yapmayan, cümleyi doğru sunmayan biri oyuncu olamaz. Olmamalıdır. Dolaysıyla güzel Türkçe birinci madde bunun lamı cimi yok. Yalnız güzel Türkçe yetmiyor. Bunu yorumlarken hangi vurgularla, hangi estangitlerle söyleyeceğiniz önemli. Bunu öğretmezseniz, işte yarım es’den çok es’e kadar cümle içindeki tangitleri öğretmezseniz ve o arkadaşlara bunları kabul ettirmezseniz bunlar tekdüze konuşurlar. Tekdüze konuşmayla da tiyatro yapılmaz.

Bu işi paraya ve metaa döken kurumlar var. Ben buna şiddetle karşıyım. Bir arkadaşa sanatçı olması  için bir takım eğitim veriyorsanız, bunun karşılığında onu sömürmeye hakkınız yok. Çünkü benim hocalarım beni sömürmeden yetiştirdiler. Beni sömürmeden bilgilerini aktardılar. Bende şimdi onlardan aldığım feyzle genç arkadaşlara bu birikimi onları sömürmeden yapmaya çalışıyorum. Biz ayda 50 lira alıyoruz. Bu da buranın giderlerini karşılamak için.

İlk park ve sokak tiyatrosunu ben yapmıştım

Bu konuda ilk eylemi yapan yine benim. Tiyatromu kurduğumda ilk işim altyapıdan gençleri yetiştirmek hemen paralelinde tiyatronun atölyesini yapmak. Mesela reklam panoları hatta afişler tiyatronun atölyesinde imal ediliyordu. Güzel sanatlardan bir öğrenci arkadaş almıştım. Ona bir oda verdim. Malzeme olarak ne istiyorsa hepsini aldım. İnanılmaz reklamlar yapıyordu. Dolaysıyla biz reklam sektörüne de para vermiyorduk. İşte bu ilk kurslarda mesela Levent Tülek benim ilk kursiyerlerimden biridir. Yetişti benim sahneme çıktı. Sonra benim iznimle Hadi Çaman’a gitti. Sonra yine benim iznimle Ali Poyrazoğlu’na gitti. Şimdi de Levent Tülek oldu. Yine ilk park ve sokak tiyatrosunu yapan benim. Antalya ya götürdüm tiyatroyu, parkta oynadık oyunumuzu.

Yakup Sancı: Siz senaryolar da yazdınız. Bir yönetmen senaryoya ne kadar müdahale edebilir? Bunun bir sınırlaması var mıdır? Yoksa yönetmen filmin her şeyidir, istediği gibi yorumlayabilir mi?

Kazım Eryüksel: Bu konuyu bayağı açmak lazım… Üzülerek söylüyorum yönetmenler senaryonun sol tarafına bakmayı pek sevmiyorlar. Oysa senaryonun ana ilkesi, ana temeli, ana yolu sol tarafıdır. Sağ tarafı zaten diyalog. Diyalogdan ne kadar çözebilir onu bilmiyorum. O yönetmenin anlayışına, dünya görüşüne ve beyin jimlastiğinin ne kadar açık veya kapalı olduğuna bağlı. Matematiksel işlemini doğru yapan bir senarist pek oynatmaz. Ama üzülerek söylüyorum yine yönetmen sol tarafta kendini pek aramaz. Diyaloglara bakar. "Ben böyle planlarım" der. Yorumunu ona göre yapar. Bu nedenle pek çok senaryo da çarpıtılmış bir şekilde beyaz perdeye yansıtılmıştır.

Son imza yönetmenin olduğu için maalesef istedikleri gibi oynuyorlar

Senaryo ayrı bir gruptur, yönetmen ayrı bir gruptur. Senaryoya müdahale eden yönetmenler ikisini iç içe soktular. Ben yazarım, ben çekerim diyor. Yazan kişi de kendisi olduğu için sol tarafını çok iyi biliyor. Bu bana göre sakıncalı. Amerika da ayrı kurumlar bunlar. Senaryo grubu, senaristler ayrı bir kurum, yönetmenler ayrı bir kurum. Biri yazacak biri resimleri yorumlayacak. Dolaysıyla orada ayrı bir güzellik çıkıyor. Tabi son imza yönetmenin olduğu için maalesef istedikleri gibi oynuyorlar. Buna Kandemir Konduk izin vermiyor. "Ben ne yazdıysam satır satır çekeceksiniz" diyor.

Yakup Sancı: Romandan uyarlama diziler çekiyor. Bir kitaptan bunca bölüm film olur mu?

Kazım Eryüksel: Biz beyin jimlastiği yapmayı değil, hazırı seviyoruz. Bu maalesef yazarlarımıza da sıçramış durumda. Eskilerden bir iki alıntı yapıp seyircinin önüne koyuyorlar. Son zamanlarda benim dikkatimi başka bir şey çekiyor. Molodramlar ön plana çıktı. Hayrettir. Toplum ağlamaya seviyor, aldatmayı seviyor. Yazarından yansımasına kadar bir riyakarlıktır gidiyor. Toplumda bir kaypaklık başladı. Bu yansıyor. Aldatan kadın, aldatılan kadın, ağlayan adam, acıtasyon son haddinde. Bu dramatik yapının altına saklanıp aldatıyorlar, bir aldatmacadır gidiyor. Niye duygu sömürüsü yapıyorsunuz? Realite nedir sen ona bak. Sizin yaptığınızı Yeşilçam 40-50 sene evvel yaptı. Şimdi yapamazsınız böyle bir şey. Buna hakkın yok. Hal böyle olunca önümüze saçma sapan molodramlar çıkıyor. Güzelim romanlar sündürüle sündürüle lastik gibi uzatılıyor. Küçücük bir kitap beş sene dizi olur mu? Olmaz ama yapıyorlar işte. Dön dolaş aynı laflar etrafında. Bunun edebi niteliği de kalmadı. Edebi de kalmadı. Sinematoğrafi dediğimiz o güzellik ortadan kalktı. Sert bakan adamlar hüzünlenen ağlayan, ağlatan kadınlar, başak gibi görünen güzelim diye geçinen medeni fahişeler. Her gün ekranlarımızda... Bunun dışında hayatın başka gerçeği yok mu?

Yakup Sancı: Bunların yerine alternatif olabilecek hikayeler neler olmalı. Hayatın gerçeği, günümüzün realitesi dediğimiz zaman karşımıza ne tür konular çıkar?

Kazım Eryüksel: Çöplükten ekmek toplayan çocukları niye yazan yok? Kapısının önüne kömür getirilip de çok şükür edebiyatı yapanların o iç karanlık dünyalarını yazan niye yok. İşsiz kalıp evde kara kara düşünürken karısını o ev bu ev temizliğe gönderip evde çocuğa bakma zorunda kalan erkeklerin ruhsal bunalımlarını yazan niye yok? Çünkü onlar özgün, çünkü onlar yaranın kabuğunu kaldıranlar. Hazırlopa konmak işlerine geliyor. Bunun için ne yapıyorlar? 50 sene evvel çekilmiş bir filmi tekrar çeker sündürür de sündürür. 90 dakikalık bir sinema filmi olur sana 13 bölüm 26 bölüm dizi. Tuttu mu sündür babam sündür 3 yıl, 5 yıl sündür. Birer pasaj, ikişer sahne… Bir harman al sana yeni bir konu yeni bir dizi. Kimi kandırıyorsunuz? Bunu Yeşilçam elli sene evvel yaptı. Seyirci bu hikayeleri biliyor.

İşte bunun için genç arkadaşlarımı kan ağlamayan bir toplumun gençleri olarak yetiştirmek istiyorum. Bunu da başaracağım. Ben umutluyum. Ben tarlamda bıtırak yetiştirmiyorum. Dikenli tel de germiyorum. Hepsi papatya gibi gençler, hepsi dünyanın en güzel gençleri ve mis gibi kokuyorlar.

Yakup Sancı: Yeşilçam emekçileri dediğimiz insanlar bugün hangi sete giderlerse gitsinler gerek set, ışık, gerekse reji oyunculuk olsun her alanda çalışabilecek donanıma sahip kişilerdir. Böyle bir cevheri neden değerlendirmez yeni yapımcılar, Yeşilçam emekçisini niye kusarlar? Onlarca dizi de Çocuk oyunu oynar gibi avantür sahneleri çekilirken neden bu işin profösörleri otururlar? Oyuncu olmasa da avantür süpervizörü olarak faydalanamazlar mı? Emekçi ne etti de bu reva görüldü?

Kazım Eryüksel: Dünya sinemasında avantürel aktörlerin bir okulu var. Yumruk atmayı değil, yumruk almayı öğretirler. Avantürde yumruğu atan değildir önemli olan, yumruğu alandır. Yumruğu alan kimse o çok önemli bir oyuncudur. Bir makalede okumuştum Alen Delon jön oynuyor. Avantür sahneleri için altı ay ders alıyor. Yumruk atmayı değil, yumruk almayı öğreniyor adam. Yumruğu herkes atar. Objektifi dayarsın alnının ortasına oyuncu yüz ifadesiyle verir oyununu yumruğu atma sahnesini alırsın. Ama yumruğu almak ayrı bir iştir. O bir hüner, estetik ister. Görsellik ister. Seyircinin içi cız etmeli yumruğu yediğinde. Bunun için önemlidir yumruk alma ve avantür sahnesi. Bu işi yapmasını bilmiyorsunuz bari işi bilenleri çağırın setlerinize de hiç olmazsa nasıl yapılacağını öğrenin. Yeşilçam da avantür süpervizörü olacak çok arkadaş var.

"Emekçi ne etti de bu reva görüldü". Hemen söyleyeyim. Ben 1974 yılında geldim Yeşilçam’a. Osman’ın kahvesi vardı. Ünlü ünsüz bütün sanatçılar oradaydı. Orada otururken prodüksiyon amiri gelir ‘’sen, sen, sen’’ der alır istediği oyuncuları gider şirkete anlaşır. O günlerde Yeşilçam kökenli, yani mutfaktan gelenler mekteplileri, yani bizleri, tiyatrocuları asla istemezlerdi. Yönetmenlerde istemezlerdi. Peki neden? Çarşamba, Cuma, Pazar matinemiz var. Haftada 9 oyun oynuyoruz. Şimdi yönetmen diyor ki... "sabah 8’den itibaren bendesin". Sabah 8 de seni bir bağlıyor, gecenin 2’sine kadar. Hep elinin altında, otur bekle. Şimdi öyle değil. Bunlar ne yaptılar o günlerde, yönetmeni dahil. Biz mekteplileri dışladılar. Devir döndü, şimdi mektepliler geldi mutfaktan yetişenleri kovdular. Şimdi de onlar iş vermiyorlar. Mutfaktakiler akademik kariyer yapmak isteyenleri içlerine sokmak istemediler. Bu defa da akademik kariyer yapmak isteyenler mutfaktakileri içlerine almıyorlar.

Yakup Sancı: Enteresan. Sanki bir intikam duygusu…

Kazım Eryüksel: Görülmeyen, bilinmeyen bir intikam duygusu var altında. Oysa bugün çalışan çoğu yönetmenler asistanlıklarını ustalarının yani Yeşilçam ustalarının yanında yaptılar. Şimdi ustasını tanımaz bir hal var. Şimdiki gençlik kadirşinas değil. Ben kendimi yetiştirdim diyor yönetmen. Oysa o açılardan tutun 180 derece objektifi yine şimdi tanımadığı ustasından öğrendi, okuldan değil.

Yakup Sancı: Vefa, vefasızlık hayatın her alanında var, her sektörde var ama sinemada bu doruk noktasında sanırım…

Kazım Eryüksel: Tamamen egoya dayalı bir meslek... Herkesin kulvarı ayrı, herkes koşmaya çalışıyor. Belli bir etap koşulacak, yanındakine diğeri çelme atmaya çalışıyor. Niye? Bırak koşsun o da seninle beraber. Olmaz. Ben gidiyim diyor. Egoya dayalı bir durum… Eski Yeşilçam’dan kaç yönetmen çalışıyor? Bir tek Yaşar Seriner var. O da akasya durağını çekiyor.

İyi oyuncu ne düşer ne de çelme takar

Ben genç arkadaşlarıma bunu öğretiyorum. Sakın kimseye çelme atmaya kalkmayın. Siz sadece iyi koşmayı öğrenin. İyi oyuncu ne düşer ne de çelme takar. İyi oyuncu arayı hemen açar. Diğeri çelme takmak istese de takamaz, yetişemez zaten ona. Çünkü ondan daha hızlı koşuyor. Tabi bunu edebiyle yapacak, ahlakıyla yapacak, dürüstlüğüyle yapacak.

Yakup Sancı: Pek çok tv kanalımız var tvler için çekilen yapımları beğeniyor musunuz?

Kazım Eryüksel: İtalya da ilk özel kanal açıldığında 52 kanal birden açıldı. Gittim yerinde araştırdım. Denetlemek çok zor olunca bir yasa çıkartıyorlar. Şu kadar kapitalle şu kadar saat ve şunlar, şunlar, şunlar yapılmak kaydıyla kanal sahibi olabilirsiniz. Tek başına bu şartları bir kanalın yerine getirmesi mümkün değil. Ne yapıyorlar o zaman? 5-6 kanal birleşip tek kanal oluyorlar. Bu tek kanal güçleniyor iddalı bir hale geliyor. Bu 52 kanal birden bire 11 kanal’a iniyor. Bir yasa daha çıkartıyorlar. 6 tanesi ulusal, 5 tanesi kendi içinde ve ülkesinde geçerli olan kanal oluyor. Şu anda İtalyanların 6 tane ulusal kanalı var. Bizde öyle değil. Bizde 250 tane kanal var.

Flash tv’nin ilk kurulduğunda beni de çağırdılar. Yanımda yönetmen T. Fikret Uçağı götürmüştüm. Sonra rahmetli Orhan Elmas’ı götürdüm, tanıştırdım. Televizyon sahibiyle konuştuk adamın televizyon dünyası ile hiç  ilgisi yok. Tekstil fabrikası olan biri... Para, ticaret. Nereden neyi kapabilirim? Ben ilk kurulduğunda şu lafı etmiştim. Ömer Bey çok para derseniz evet televizyonda çok para var. Ama az harcayacaksanız ulusal olamazsınız. Çok kazandı, az harcadı ulusal olamadı. Sonra ne yaptı? Kanalı sattı. Çünkü yarışa giremez. Bizde 250 kanal olunca hal böyle olur. Herkes bir şey yayınlar iş kalitesi denen bir şey kalmaz.

Yakup Sancı: Eskiden sanatçıların gittiği belirli mekanlar vardı. Adresini, telefonunu bilmesen bile gider burada bulabilirdin. Şimdi bu mekanlara gidilmez oldu. Sanatçı mekanını niye terk etti?

Kazım Eryüksel: Yeşilçam varken biz sanatçılar nereye gidiyorduk? Yönetmen, yapımcı, oyuncuların sürekli takıldı yer neresiydi? Papürüs diye bir yer vardı, hepimiz oradaydık. Kimi bir duble içer, kimi 3 duble, kimi beş duble içerdi. Herkes kazancına göre içerdi. Fiyatlar biraz daha yükselince çiçek bar’a gitmeye başladık. Buraya gelen başka yapımcı, yönetmenlerle kadeh kaldırmaya başladık. Sonra birden bire taksim sanat, kulis, Beyoğlu bar, hayal kahvesi gibi dağıldık. Bir parçalanma oldu birdenbire. Genç nesil geldikten sonra bu parçalanma darma dağın oldu. Sanatçıların belli bir mekanı vardı yok oldu. Bu mekanlar magazin mekanları haline geldi. Birkaç isme aman siz şu barda toplanın, bu mekanda toplanın dediler. Sonra bunlara yapma haber, tezgah haberler yaptılar. Eskiden bebek parkına poğaca simit yemeye çay içmeye giderdik. Orada kahvaltı yapardık. Şimdi sevgilisini koluna takan bebek parkına gitti. Eşini, bebeğini, motorunu alan bebek parkına gitmeye başladı. Bu da tezgah haber eseri. Bebek parkında magazincilerle röportaj yapıyorlar.

Yakup Sancı: Sanat hayatınızdan kazandığınız para ile geleceğinize yatırım yapabildiniz mi?

Kazım Eryüksel: Ben 45 senedir sanatın içindeyim. Bu 45 sene içinde gerçekten çok büyük paralar yedim. Altı aylık bir turne yaptım parayı valizle getirdim. Uludağ’a gittim iki hatunla hepsini bitirdim geldim. Taa ki bir gün çeşmenin kapanacağını gördüm, hissettim işte o zaman başka bir hayat reçetesi uyguladım. Barlardan, gece hayatından ayağımı çektim. Aman oğlum dikkat dedim. Şimdi benim yazlığım var. İki tane kışlığım var. Allaha şükür bankada blokajım var. Şimdi bakıyorum benimle birlikte benim pozisyonumda olan birçok arkadaşım maalesef kötü durumda. Bir örnek Baykal Kent... Ne omuzlar verildi, ne elinden tutmalar yaşadı. Şimdi yoksullar yurduna yatırdılar. Mesut Engin sokakta yürüdüğü zaman on metre yakınına kimse sokulamıyordu. Hava var ama is disiplini yok. Baykal da öyle… Ben 8 saat sette Baykal Kent beklediğimi hatırlarım. Oyuncu eğer beynini kullanmıyorsa neyini kullanacak çok merak ediyorum.

Yakup Sancı: Bir çok yakın arkadaşınız seks furyasının içinde bulundu. Sanırım pek de pişman değiller. Sizde çalışabilirdiniz ama çalışmadınız. Ekonomik durumunuz o dönemler iyimiydi? Yoksa bu tür filmlerde çalışmayı ahlaki mi bulmadınız?

Kazım Eryüksel: Furya başladığında ben 3 sene aç kaldım. Ali Poyrazoğlu benim sınıf arkadaşım. Ali dedi ki…"Aptallık etme bu toplum unutur", "ben soyunup yatağa girmem" dedim. Onlar girdiler. Ali de girdi, Hadi de girdi. Behcet Nacar o dönemler yapımcıydı. O zamanların jönü Behcet yatağa girdiyse bu firmasını ayakta tutmak içindi. Bunları ayrı tutmak lazım... Bir Ali Poyrazoğlu, bir Hadi Çaman deyince çok durmak lazım. Onlar akademisyen çünkü.

Yakup Sancı: Yeşilçam döneminin kapanmasının en önemli nedeni nedir?

Kazım Eryüksel: Yeşilçam döneminin kapanmasının en önemli nedeni deformasyon... Eğer olayları deforme ediyorsanız bu sinema da olabilir, gece hayatı da olabilir, insan hayatının kendisi olabilir. Deformasyona girdiği an olay biter. Sinemayı deforme ettik. Biz seks avantürü, porno avantürü yaptık. Biz başka türlü yorumladık. Çünkü benim bilinçsiz, eğitimsiz bir toplumum var. Bu toplum et de kalmış bir toplumdur. Kafadaki insan unutulunca et’e yüklendi. Maalesef insanımızı et de bıraktı sinemacılarımız.

Naki abi 36 saatte, 72 saatte film bitirdik dediğini çok iyi hatırlıyorum. 72 saatte film mi çekilir? Yatağa sokuyor ikiliyi. Kamera omuzda dolaşıyor yatağın etrafında. Sevişin arkadaşlar. İniyor, kalkıyor. O zamanlar dolly yok, jimm yok. "Hocam kutu bitti" diyor kameraman. Yeni film bağla devam dön babam dön yatağın etrafında. Böyle bir şey var mı? Bunlar da yapıldı sinemamızda.

Yakup Sancı: Kazım abiden bir anı istesek bize ne anlatır?

Kazım Eryüksel: Anadolu turnesine çıktık Avni Dilliğil ile çalışıyoruz. Genelevde geçen bir hikaye kırmızı fenerleri oynuyoruz. Rahmetli Esmeray da benim dostumu oynuyor. Avni hoca "Çocuklara çay getirin" dedi. Hemen söylediler tabi. Bir zaman geçti baktık çay falan gelmiyor. Avni hoca da çok titizdir 5 dakikadan fazla ara vermezdi. Açıldı perde ikinci sahneye başladık. İkinci sahnenin yaklaşık 5’inci dakikasında da Avni hoca giriyor sahneye. Çiçorniya diye bir şarkı vardı. Bu şarkıyı söyleye söyleye sahneye girdi. Tam Avni hoca laflarına başladı çaycı elinde iki askılı tepsiyle çayları getirdi. Çıktı sahneye "Buyur beyim çaylar geldi" dedi. Avni hoca bir bağırır çaycıya. "Çaycı ne bağırıyorsun bee. Çay istedin getirdik işte" dedi. Yürüdü gitti adam. Kala kaldık sahnenin ortasında. Hepimiz buz kesildik. Seyirci de şok oldu. Bunu Avni hoca oyunun bir parçasıymış gibi gösterebilirdi ama oyuna dahil edecek bir durumu yoktu. Döndü bize baktı. Yüzü mosmor olmuştu. Bu olay bende çok iz bıraktı.
Gözümü  açtığımda ayaklar vardı burnumun dibinde. Kaymakamın ayaklarıymış.
Yine tiyatroda bir oyun oynuyoruz. Çanakkale- Biga’da oynuyoruz bu oyunu. Oyunda ağa ile bir çatışma sahnemiz var. Ağa bana silahı çekiyor ben kurşunu alıyorum sonra silahımı ateşliyorum o ölüyor. Yüksekçe bir sahnesi vardı. Un çuvalı derler ya, kurşunu aldığımda un çuvalı gibi indim aşağıya. Gözümü açtığımda ayaklar vardı burnumun dibinde. Kaymakamın ayaklarıymış. Kalktım baktım sahnede bağırış çağırış var. Bu oyunun normal gidişi... Hiç bozuntuya vermeden tekrar sahneye çıktım finali yaptım. Selama çıktım, selamı da verdim. Perde kapandı. Arkadaşlar benden bu kadar ayağım kırıldı herhalde dedim. Diz kapağımda disk kayması olmuş. O şekilde ben 28 gün turneye devam ettim. İzmir de prese girdim eğe üniversitesinde... Kırıkçılar, çıkıkçılar. Neler neler, Düzeltemediler. İstanbul’a geldim Melih Boyacı beni tedavi etti sağ olsun.

Yakup Sancı: Bu röportajı okuyan dostlara bir mesajınız var mı?

Kazım Eryüksel: Çok çalışın. İnsan ruhunu yakalamaya çalışın. İnsan sevgisiyle dolu olun.

Kazım Eryüksel’in ‘Yıldızlar uzak değil’’ adlı kitabından bir bölüm…

"Hani şaşırır da kararsızlığın denizinde boğulmaya başlarsınız ya... Hani hedefinize koşarken “Yoruldum” deyip koşmaktan vazgeçersiniz ya… Hani aynalara zaman zaman çatık bakıp isyan etmek istersiniz ya... Hani tüm suskun zamanlarınızı toplayıp gırtlağınızı yırtarcasına söylenme duygusuna kapılırsınız ya... Hani çaresizliğin içinde çareyi, çarelerin içinde yanlış seçimle çaresizliği yaşadığımız olur ya... İşte tüm bunları hayat oyunculuğunuz içinde yorumlamanız için “Doğru”.
Çünkü doğru, iki nokta arasındaki en kısa mesafedir. Akan zamanın sonunda “Keşke” dememek için... Çünkü gelen son, bir saniye sonra geçmiş zamandır."

Kazım Eryüksel’in ‘Bir garip yazgı’’ adlı kitabından bir bölüm…

"Anadolu’da başka eser rüzgarlar. Kadının teni, erkeğinin teriyle birleşince meyvesi başka olur Anadolu’nun. Yamaçlarındaki çiçeklerin rengi, vadilerindeki, ovalarındaki güzellik, nehirlerindeki coşku, dağlarındaki azamet başkadır. Başkadır Anadolu’daki nasırlı el. Başkadır bileğindeki güç. Ruhundaki inanç başkadır. Anadolu güneşi başka ısıtır. Ayazı başka türlü titretir. Ayı, yıldızı, gözündeki yaşı, siğnesindeki sevgi başkadır. Anlatılmaz Anadolu’nun başkaları… Sadece yaşanır. Anadolu’da ölen düşüncelidir, ecel düşündürücü… "

Kazım Eryüksel’e Teşekkürler…

 

Kaynak
Yakup Sancı
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)