Vizyona giren her Türk korku filminin akabinde, mevcut çabayı görmezden gelmemekle beraber, ideal anlamdaki korku filmimizi -o nasıl bir filmse artık-"başka bahara" erteliyoruz. Ancak ideal olanın niteliklerini ortaya koymaya yönelik ne elle tutulur bir kriter ne de belli bir sınır var. Bu yüzden, belki de korku türüne ve ülkemizdeki yansımasına dair birkaç kelam etmek gerekebilir.
31 Temmuz 2012

Bilindiği gibi, Hollywood filmlerinin seyirciden büyük ilgi görmesi, diğer ülkelerde bunların benzerlerinin yapılmasına yol açtı. Amerika'nın ekonomik ve politik gücü, sinema aracılığıyla kültürel anlamda da kendini gösterdi. Böylece Hollywood, bu ülkelerin yerli film türleri konusunda belirleyici rol oynadı. Sinema endüstrilerini, filmlerini ve seyircilerini doğrudan ve dolaylı olarak etkiledi.

Korku filmlerinin bu döngüsel yapı içerisinde en uzun ömürlü ve ilgi gören türlerden biri olduğu söylenebilir. Loise Lumiere'nin 1895 tarihli Trenin Gara Girişi filminden bu yana varlığını koruyan "korkutan filmler", insanın özündeki en ortak duygudan ve bilinmeyene duyulan meraktan/gizli hazdan beslenerek kendine sonsuz bir kaynak edindi. Avrupa sinemasına da sirayet eden bu türün vazgeçilmezliği ise 1930'larla birlikte birçok korku filmi üreten Hollywood sayesinde oldu. Bu filmlerde şeytanlar, karanlık güçler, yaratıklar, doğaüstü varlıklar, vampirler, katil hayvanlar, zombiler, canavarlar gibi gerçek üstü unsurların yanı sıra, katiller, sapıklar, sadistler gibi gerçeğe daha yakın, hayat içerisinde karşılaşılması daha muhtemel korku öğelerine de yer veriliyordu. Böylece korku teması, ortak paydasını "insan"dan alarak elde ettiği evrenselliği sayesinde pek çok ülke sinemasına konuk oldu. Özellikle Alman sessiz sineması, İtalyan, Japon ve İngiliz Sinemaları?nda boy gösterdi(1). Bu bağlamda, mevcut korku filmlerinin herhangi bir ülkenin tarih ve coğrafyasıyla kesin bir ilişiği olmadığı söylenebilir. Gelelim ülkemizdeki tezahürüne...

Gözlemlediğimiz kadarıyla Türk izleyicisi, Türk filmlerinde tarihî, coğrafî, dinî veya etnik bazı bağlar olmasını bilhassa istiyor. "Bizim olsun da, isterse çamurdan olsun" düşüncesiyle izlenip yüz binlerce seyirci bulan sıradan filmler bunun bir kanıtı. Vizyona giren filmlerin "Türk usulü" veya "A Millî" başlığı altında reklâm edilmesi de aynı amaca binaen yapılıyor. Bu tür bir milliyetçi yaklaşımdan faydalanmak ve yüz binlerin diline kendi filmini pelesenk etmek isteyen yönetmen ve yapımcılar, böyle bir ilgi kurma gereği duyuyor. Ancak bu ilgi kurma mevzusu o kadar abartılıyor ki, yerel olan her şey zamanla birer korku filmi unsuruna dönüştürülebiliyor. Cinler, periler, büyüler, Dabbet'ül Arz gibi Türk kültür ve inancında yer etmiş doğaüstü varlıklar bunlardan sadece birkaçı. Bunun yanı sıra, konu yerel olmasa da ona yerel bir bakış kazandırmak da sektördekilerin son marifetlerinden. Yapılan en büyük hadsizliklerden biri ise kutsala verilen değeri de kullanarak, ilgisi olmadığı halde filmi dinî temalarla -örneğin ayetlerle- sunmak, filmi ait olmadığı bir kulvar üzerinden pazarlamak.

Bu noktada, geçtiğimiz günlerde vizyonda "Türk korku filmi" etiketiyle yer alan, Biray Dalkıran imzalı Araffilmine değinmek, bize sinemamızda bazı kavramların nasıl algılandığına ve ne şekilde sunulduğuna dair bir açılım sağlayabilir.

Ayaklar, ayaklar, ayaklar...

Modern dans öğrencisi Eda. Eda'yı seven, fotoğraf öğrencisi Cenk. Eda'nın yasa dışı kürtajla aldırdığı, Uzakdoğu korku filmlerinden çıkmış gibi görünen lanetli kızı. Küçük kızın lanetinin altını çizmek için, görsel efekt niyetine beyaz pudrayla kaplanmış yüzü ve siyah farla çevrelenmiş gözleri. Küçük kızın biyolojik babası, duyarsız Cihan. Eda'nın yaşadığı sorunlar karşısında kimi zaman aşırı duygulu, kimi zaman aşırı umarsız bir çift arkadaş... Gerisi çığlıklar, cinnetler, halüsinasyonlar, kâbuslar, iyileşip iyileşmediğinden emin olamadığımız şizofren bir kadın. İnip çıkılan merdivenler, değişik açılardan çekilmiş bina görüntüleri, farklı bir filmden alıntılanmış gibi duran, alakasız sahneler, anlamsız diyaloglar, seyircinin gözüne sokulan ve "birazdan kullanılacağı" avaz avaz ilan edilen nesneler, ve ayaklar, ayaklar, ayaklar...Yüz adet görsel efekt kullanıldığını söyleyen yönetmenin bir araya getirmek için uğraştığı ama başaramadığı yüzlerce görüntü... Sorunlu bir senaryo, bütünlüksüz bir doksan altı dakika, kafası karışık bir görüntü yönetimi. Böylece film boyunca, bir sürü kırık cam parçasıyla yeni bir vazo yapılmaya çalışılıyor. Ancak çatlaklar su sızdırıyor ve seyircinin asabı gerçekten bozuluyor.

Dalkıran, daha önce çekilen Türk korku filmlerinin her birinde yetersiz bir yön olduğunu -yönetmenin, senaryonun yahut görsel efektlerin yetersizliği gibi-, bu yüzden senarist Hakan Bilir'in ileri sürdüğü, "Araf'ın ilk Türk korku filmi olduğu" iddiasına olumlu anlamda katıldığını söylüyor (2).

Bu söyleme karşılık, filmi izleyenlerin aklında bazı sorular oluşabilir: Adı geçen diğer korku filmlerinin her birini belli nedenlerle yetersiz bulan Dalkıran, kendi filminin ne kadar başarısız olduğundan gerçekten bihaber mi? Yoksa Araf'ın, pek çok yönden başarısız olduğunu bildiği halde, bu tür bir iddiayı salt reklâm amaçlı kullanıp filminin belini doğrultmayı mı hedefliyor? Bu noktada yönetmen ve ekibinin gerçekten iyi bir film yaptıklarına inandıklarını ve herhangi bir blöf peşinde olmadıklarını söyleyebiliriz. Filmin fragmanını internetten izleyen Hollywood yetkililerinin Araf'ı satın alması ve Biray Dalkıran'ın teknik anlamda kendince ciddi bir efor sarf etmiş olduğunu düşünmesi sebebiyle projesine olan inancı pekişmiş ve bu iddialı lafları söylemiş olabilir. Ancak filmi izledikten sonra farkına varılacaktır ki; ortada iyi niyet olsun ya da olmasın, yönetmenin sözleri yaptığı işle kesinlikle çelişiyor.

Dalkıran, filmini Türk korku filmi oluşuyla tanıtmasına rağmen bir başka söyleminde Araf'a Türk filmi demek istemediğini, çünkü Türk filmi dendiğinde düşük bütçeli kötü filmlerin akla geldiğini belirtiyor. Bu yüzden filmini Avrupalı olarak nitelendirmeyi tercih ettiğini söylüyor.

Bunun yanı sıra, filmde kürtaj konusuna objektif yaklaşıldığını dile getiriyor ancak filmin söylemi, tümüyle dayatmadan ibaret ve "görüş beyan etmek" masumluğuyla ifade edilemeyecek kadar fanatik bir üslup söz konusu. Kürtaja karşı olanların bile olumlayamayacağı bir taassup bu. Üstelik fanatizmin sebebi, filmi yapanların bu konudaki görüşlerinin kuvvetliliği de değil. Amaç, daha çok korkutmayı ve gergin kılmayı arzu etmek, dramatik yapıyı güçlendirip daha çok sarsmayı hedeflemek. Yani yapmacık bir fanatizm, yapmacık amaçlara hizmet ediyor.

Kürtajın vicdan azabının salt kadına yüklenmesi bir başka yanlış hamle. Bebeğin babası olan Cihan adlı karakter filmin başlarında ortadan kayboluyor ve aradan koskoca üç yıl geçtikten sonra vicdanıyla karşılaşan kişi, ilişkinin kadın kahramanı oluyor. Gösterilmeyen üç yıl boyunca kadında tık yok, evleniyor, yeniden hamile kalıyor, aslında onun da içi rahat. Ancak zorlama bir hortlama tema'sıyla küçük kızın tekrar belleklerdeki yerini alması sağlanıyor. Filmde, karakterlerin yaşadığı travmaları en insani şekliyle anlatmaya çalışmak yerine daha da çetrefilli hale getirme çabası, bir süre sonra bu acıyı "bir malzeme olarak kullanma" hatasına dönüşüyor. Ve anlatım, ulaşabileceği derinliği yitiriyor.

Tüm bu çelişkilere dayanarak yönetmen ve ekibinin tam olarak ne yapmak istediğine karar veremediği, filmin hedeflerinin ve senaryosunun içinin doldurulamadığı söylenebilir.

Dalkıran en azından, kullanılan görsel efektler sayesinde filminin belli bir yetkinlik yakaladığını düşünse de, yazık ki bu konuda da çok başarılı olunduğu söylenemez. Filmin en çok öne çıkan ve beğeni toplayan tarafı müzikleri. Ancak müzik kullanımı da yer yer abartılıyor ve film uzun metrajlı bir Hayko Cepkin klibi havasından kurtulamıyor. Eda rolündeki performansıyla dikkatleri çeken Akasya Asıltürkmen bile filmi kotarmaya yetmiyor. Böylece, zaten büyük umutlarla girmediğimiz sinema salonundan, hayal kırıklığıyla ayrılıyoruz. Bir başka yazının konusu olabilecek ve çok daha önemli bir problematiği içeren "Türk sinemasının korku türüne -ve tür filmlerine- ne kadar ihtiyacı var?" sorusu bir yana, ille de korku filmi çekmek isteyen yönetmenlere, "yerel"i kullanmayı bir kenara bırakıp, oyunu kurallarına göre oynamalarını salık vermek gerekebilir. Türk Sineması adına her türlü çabayı takdir etmekle ve Araf'ı da bu yolculuğun bir parçası olarak görmekle beraber, bu filmin akabinde "yapılmaması gerekenler" listesine yeni maddeler eklendiği söylenebilir.

1) Nilgün Abisel, Popüler Sinema ve Türler, Alan Yayıncılık, s. 40 2) Bkz. Zümrüt Burul, "Biray Dalkıran Söyleşisi", Altyazı, Sayı 55, Ekim 2006, s. 34

Kaynak
Elif Özdemir
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)